Orhan Veli'nin Bazı Fotoğrafları

Orhan Veli'nin Bazı Fotoğrafları

27 Aralık 2011 Salı

HER BAHAR BİRAZ DAHA AŞIK


HER BAHAR BİRAZ DAHA AŞIK


Nerededir ölmüş aşkların mezarı?
Süreyya Berfe, Şiir Çalışmaları'nda böyle soruyor. Önemli bir soru bu. Çünkü, sık sık aşık olanların da sıkı aşık olanların da gereksinimleri vardır böylesi mezarlara.
Genelde aşıklardan biri, bir anda belirler aşkın mezarlığını. Kimi zaman bir çöplüktür, çantanın atıldığı; kimi zaman bir eskicidir, hatıraların satıldığı. Kağıtlara gömer kimi aşkını anlatarak; yastıklara gömer kimi de göz yaşlarıyla ıslatarak. Öfkelenir aşıklardan biri, aşkını sokağa gömer, ayrıldıkları yere; kimi ise telefon kablolarındaki sessizliğe. Semte, şehre ya da ülkeye gömenler başka yere göç ederken; dünyaya gömüp, başka yaşamlara göç etmeyi tercih eder kimisi de... Son oturulan masa, son öpücük, son tokalaşma ya da son bakışlar...
Tüm bu tatsızlıkları bir kenara bırakalım, aşka bakalım. Ne güzel şeydir aşk ki tüm faturalarına katlanmaya değer. Aşk uğruna 'Bir Şehri Bırakmak' bile gerekebilir. Çok sevdiğiniz, doğduğunuz, büyüdüğünüz, hatıralarınızın, sevdiklerinizin, ölmüşlerinizin bulunduğu, işinizin, gücünüzün, ekmek paranızın şehri. Bu şehir Orhan Veli için İstanbul'dur ve Bir Şehri Bırakmak şiirini şöyle bitirir:
Fakat bütün bunlara mukabil
Yine budur başka bir şehirdeki
Bir kadın yüzünden
Bıraktığım şehir.
Orhan Veli için bu kadar önemli olan kadın kimdir? Bu soru genelde yanıtlanamıyor. Sırf bu şiirde değil, Ben Orhan Veli'de de bir aşkını gizliyor:
Yayan dolaşırım,
Mütenekkiren seyahat ederim.
Oktay Rifat'la Melih Cevdet'tir
En yakın arkadaşlarım.
Bir de sevgilim vardır, pek muteber;
İsmini söyleyemem,
Edebiyat tarihçisi bulsun.
Aralık 1937'de Ankara'da bulunan Orhan Veli, dostlarına pek çok mektup yazar. Bunlardan üçünü Oktay'a Mektuplar adıyla, 15 Ocak 1938 tarihli Varlık Dergisi'nde yayımlar. '12.12.37, Ankara Saat 14.30' notuyla ikinci şiir, 'en yakın iki arkadaşı' burada da bir araya getirir.
Şu anda dışarda yağmur yağıyor
Ve bulutlar geçiyor aynadan
Ve bugünlerde Melih'le ben
Aynı kızı seviyoruz.
Arkadaşı Muvaffak Sami Onat'a gönderdiği bir mektupta hayatını anlatan Orhan Veli, aşklarından da söz açar: "1914'te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşımda gurbete çıktım. Yedisinde mektebe başladım. 9 yaşımda okumaya, 10 yaşımda yazmaya merak saldım. 13'te Oktay Rifat'ı, 16'da Melih Cevdet'i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18'de rakıya başladım. 19'dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25'te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum, hiç evlenmedim. Şimdi askerim."
Kardeşi Adnan Veli ise O'nun aşkları konusunda şunları yazar:
"Orhan'ın ilk aşkı, (eğer buna aşk demek caizse) on iki yaşında başlar. Beykoz'daki komşularının on yaşındaki kızı Fetanet'i sevmişti. Bu uzun sürmedi. Orhan bir müddet sonra yine Beykoz'da, 'Pembeliler' adını verdiği üç kız kardeşin en küçüğü olan 'Fetanet'e tutuldu. Lisede iken Ankara'da 'Cazibe' adında bir başka kızı sevdi. O'nun 1935 yılından sonraki maceraları ve aşkları hakkında burada isim saymaya hakkım yok. Çünkü sevdiği insanların çoğu bugün yuva kurmuştur."
Oktay Akbal da O'nun aşklarını es geçmez, anılarında:
"Gene unutulmaz anılardan biri, bir Boğaz gezintisi... Sait Faik, Orhan Veli, bir de ben... Necati Cumalı da gelecekti, ama vapuru kaçırmıştı. Ufacık bir vapurdaydık. Kenardaki sıralara oturmuştuk. Önü sıra geçtiğimiz Anadolu kıyılarını, iskelelerini, insanlarını seyrediyorduk. Yıl 1947. Orhan da, Sait de keyifliydiler o gün Bahar henüz gelmemişti, kışın içinde yazdan bir gündü. Beykoz'a varıp, karnımızı doyurduktan sonra köyü gezip dolaşmıştık. Her yeri, hemen hemen her kişiyi tanıyordu Orhan. Bütün satıcılarla, balıkçılarla, kayıkçılarla ahbaptı. Bunlardan biri bizi sandalı ile Yeniköy'e atmıştı. İstinye iskelesindeki gazinoda rakı içişimiz, dedikodular, takılmalar, bilmem neler... Vapurda dönerken Orhan Veli, o sıralarda ilgilendiği bir kadından bahsetmişti gülerek. Hatırımda bunlar kalmış. Kadın, Orhan Veli ile tanışınca derhal ona aşırı bir ilgi göstermiş... Nedense kadınlarla olan serüvenlerini anlatmayı severdi. Bir gece yarısı da Orhan Veli ile Unkapanı Köprüsü'nden Fatih'e kadar yürümüştük. Çakırkeyifti, ben de öyle. Bir resim sergisinde ahbap olduğu bir kadınla geçirmekte olduğu serüveni anlattı durdu. Sevinçli ve alaylı."
Güzel kadınları severim,
İşçi kadınları da severim;
Güzel işçi kadınları
Daha çok severim.
Quantitatif şiirinde hiç isim vermeyen Orhan Veli, Dedikodu şiirinde, birlikte olduğu iddia edilen (!) kadınları, isimlerini sayarak yalanlar:
Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksekkaldırımda, güpegündüz?
Melahati almışım da sonra
Alemdara gitmişim, öyle mi.
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galata'ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.

Ya o Mualla'yı sandala atıp
Ruhumda hicranın'ı söyletme hikayesi?
Mualla ismine Mehmed Kemal'in anılarında da rastlarız:
"İstanbul'a gittiğimde Orhan'ı aradım. Ressam Arad (Agop Arad) vefalı dostu idi, ona sordum. 'Karaköy'de bir meyhane var, adı: Çat Çat. Orda bulunur' Tarif üzerine Çat Çat'ı buldum Asıl adı Çat Çat değil, Orhan koymuş bu adı. Yıkıldı. Karaköy Balık Pazarı'nda, Unkapanı'na yakın bir yerde, küçük bir balıkçı meyhanesi. Mualla Abla diye bir kadın işletiyor. Orhan, kadına 'Mualla Abla' dediği için olacak, herkes 'Mualla Abla' diyor. Kadının davranışlarından Orhan'a önem verdiği belli. Hatta biraz da aşık. Belki bu ablalık ağabeylik, gizli aşkı müşterilere çaktırmamak için icat edilmiş. Vakit öğleye yakındı. Baktım bir köşede şarap içiyor. Kadın mangalın üstünde tava, balık kızartıyor. Sıcak sıcak Orhan'ın önüne koyuyor. Orhan da, Mualla Abla da yoksul yaşantılarından memnunlar. Beni görünce, oturduğu yerden davrandı: 'Vay Reis!.. Hoş gelmişsin...' dedi. Boynuma sarıldı. Ben de O'nun. Hemen kaynaştık. Benim taşralı kılığım Mualla Abla'ya hiç aykırı gelmemiş olacak ki, bir balık Orhan'a bir balık bana atıyordu. Biz de şaraptan yudumlayarak bunları afiyetle yiyorduk. İstanbul sosyetesi, sosyalizme de küçük meyhanelere de henüz meraklı değildi."
Bir de kambur sevgilisi dolaşır dillerden dillere. Ressam Avni Arbaş, yaptığımız bir sohbet sırasında Orhan'ın Üsküdar'daki bir kambur kızı sevdiğini söyler. Doğru mudur? Pek az bilinse de Orhan Veli küçük küçük öyküler de yazardı. İşte bunlardan birisi: Öğleden Sonra'dır. Sıcak bir kış gününü anlatır Orhan Veli bu öyküde. Üsküdar sahilinde dört şeker sandığından yapılmış bir balıkçı tezgahının başındadır arkadaşlarıyla. Bu 'lokantanın' sahibinin bir de yardımcısı vardır: Kambur bir kız. Balıkçının kızı olduğunu öğrenir daha sonradan. Kılığını, kıyafetini, güler yüzünü anlatır. O'nu anlatmasından anlasanız da Orhan Veli, kendisi de söyler bu aşkı: "Ben bu kambur kızı gerçekten beğendiğime inanıyorum. Kimi adamlar der ki: 'Aşk insanı güzelleştirir'miş. Orasını bilmem; ama iş güzelleştiriyor. Bu sözün doğruluğunu, kambur kızda, elle tutulur bir gerçek halinde buldum." Bir ara adını da öğrenir "Ayşe" diye seslenen birisinin yardımıyla. Sonra yanındaki arkadaşına anlatır bu durumu:
"-Musa Kaptan, şu balıkçının kızı ne güzel değil mi?
-Hangisi?
-Canım, şu kambur kız işte.
Ha! Güzeldir. Ama biz, aramızda çalışan kadınlara kötü gözle bakmayız.
-Canım, kötü gözle bakmayız elbet. Kötü gözle bakan mı var ki? Allah Allah, sen de amma adamsın yahu! Güzel dedim; hepsi o kadar.
-Ha! Güzeldir."
Ama içerler Orhan Veli bu 'kötü gözle bakma' lafına ve anlatır da anlatır Ayşe'ye nasıl baktığını. Sonuna doğru "Ah, ben Ayşe'ye gerçekten tutuldum galiba" derken bir de dilek diler: " Sonunda karşı sırtların ardında güneş battı. Keşke batmasaydı; ne güzel bir gündü!"
Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha aşığım;
Derdim Başka şiirine bu iki mısrayı da yazan şairimiz, ölmeden önce ceplerinde en son şunları taşır: 28 kuruş, at yarışlarına ait bir program ve sarı ambalaj kağıdına sarılmış bir diş fırçası.
Bu ambalaj kağıdında, Aşk Resmi Geçidi adlı bir şiir vardır. Orhan Veli, şiiri bu kağıda yazdıktan sonra çok değiştirir, fakat onlar bulunamaz. Diş fırçasının ıslaklığından kimi yerleri silinen bu şiirde aşklarını yazar Orhan Veli:
Birisi o incecik, o dal gibi kız,
Şimdi galiba bir tüccar karısı.
Ne kadar şişmanlamıştır kim bilir.
Ama yine de görmeyi çok isterim,
Kolay mı? İlk göz ağrısı.

İkincisi Münevver Abla, benden büyük
Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları
Gülmekten katılırdı, okudukça
Bense bugünmüş gibi utanırım
O mektupları hatırladıkça.

........çıkar
........dururduk mahallede
........halde
........yan yana yazılırdı duvarlara
........yangın yerlerinde

Dördüncüsü azgın bir kadın,
Açık saçık şeyler anlatırdı bana.
Bir gün de önümde soyunuverdi.
Yıllar geçti aradan, unutamadım,
Kaç defa rüyama girdi.

Beşinciyi geçip altıncıya geldim.
Onun adı da Nurinnisa.
Ah güzelim
Ah esmerim
Ah
Canımın içi Nurinnisa.

Yedincisi, Aliye, kibar kadın.
Ama ben pek varamadım tadına.
Bütün kibar kadınlar gibi
Küpe fiyatına, kürk fiyatına.

Sekizinci de o bokun soyu.
Elin karısında namus ara,
Kendinde arandı mı küplere bin.
Üstelik ........
Yalanın düzenin bini bir para.

Ayten'di dokuzuncunun adı.
İş başında şunun bunun esiri,
Ama bardan çıktı mı,
Kiminle isterse onunla yatar.

Onuncusu akıllı çıktı
........ gitti ........
Ama haksız da değildi hani.
Sevişmek zenginlerin harcıymış
İşsizlerin harcıymış.
İki gönül bir olunca
Samanlık seyranmış ama,
İki çıplak da, olsa olsa,
Bir hamama yakışırmış.

İşine bağlı bir kadındı on birinci.
Hoş, olmasın da ne yapsın,
Bir zalimin yanında gündelikçi,
.leksandra
Geceleri odama gelir,
Sabahlara kadar kalır.
Konyak içer sarhoş olur,
Sabahı da iş başı yapardı şafakla.

Gelelim sonuncuya.
Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası,
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der.
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.
Orhan Veli'nin sonuncu aşkı, Nahit Hanım'dır. Kardeşi Adnan Veli'nin söylediği gibi ölene kadar da sevmiştir O'nu. Nahit Hanım'a mutlu bir ömür dilerim.
Şiirlerinde yazdığı hiçbir şeyin kendi hayatından alıntı olduğunu iddia edemeyiz ama, aşklarından beşinciyi geçmesinin, Ben Orhan Veli ya da Oktay'a Mektuplar-2 şiirlerindeki aşklarının birinden kaynaklandığını söylemeden edemeyecek ve yazıyı Orhan Veli'nin İş Olsun Diye adlı şiiriyle, yorumsuz olarak bitireceğim:
Bütün güzel kadınlar zannettiler ki
Aşk üstüne yazdığım her şiir
Kendileri için yazılmıştır.
Bense daima üzüntüsünü çektim
Onları iş olsun diye yazdığımı
Bilmenin.

PATATES'İN ORHAN VELİ'Sİ


PATATES'İN ORHAN VELİ'Sİ

"<<Huu! Huu! Patates Surat!>> diye mırıldandı Arha, otların arasındaki rüzgar kadar hafif alaya bir fısıltıyla" Ursula K. Leguin'in Atuan Mezarları adlı kitabının yirmi altıncı sayfasında okuduğum bu cümle beni, 1910'lu yılların Göztepe'deki Taş Mektep İlkokulu'na götürdü. Sarı ve toparlak suratından dolayı arkadaşlarının 'patates' diye lakap taktığı çocuk canlandı gözlerimde. Kısa süre sonra büyük bir şair olan bu çocuk, elli yıl sonra, 31 Mayıs 1962'de yazdığı şu mısralarda bakın kendini neye benzetiyor:
Fasulya gibi yaşıyorum son zamanlarda
kuru fasulya gibi
kuru fasulyanın pilakisi yapılır
benden o da yapılmaz.
Bir başka gün, Ayşe Kulin'in Adı: Aylin romanını okurken, iki yüz on birinci sayfadaki şu cümlelere takılıyorum: "Rahibe Nancy, bu Rus isimli kadını, hep Rus suratlı düşündü nedense. New York'a çıraklık eğitimine yollandığında, hastabakıcılık yaptığı üç yıl boyunca göçmenlerle çalıştı durdu. Rusların patates burunlu fizyolojilerini 'R' harfine ağırlık veren kaba aksanlarını yakından tanıyor."
Ömrünün son yıllarını Rusya'da geçiren şairimiz, çocukluğunda patatese benzetilmekten mi esinlenmiştir, yoksa Ayşe Kulin'in benzetmesini onaylamak için mi kendisini çevresindekilere benzetmiştir bilinmez ama, 1956 yılının haziran ayında, Peredelkino'da Yazar Evleri Sitesi'nde bulunan evinde; Bulgaristan'dan gelen dostu Fahri Erdinç'e şunları söylemiştir: "Size bir şey söyleyeyim mi, artık beni karikatürize etmek çok kolay: Bir patates al eline; yukarıdan iki kürdan batır, iki de aşşağıdan, tamam!"
Kendisiyle böylesine dalga geçen şairimiz Nazım Hikmet'tir. Kim bilir ömrü boyunca başka hangi lakaplar takılmıştır O'na, bilinmez. Tıpkı zaman zaman arkadaşlarının 'Ofran' diye çağırdığı Orhan Veli'nin lakaplarını bilmediğimiz gibi.
Bilinenlerden biri, Nurullah Ataç'ın taktığı lakaptır. Bunu da Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun 1.12.1951'de Yeditepe'deki Hatıralar isimli yazısından öğreniyoruz: "Ataç Orhan'a hiçbir zaman tutmayan bir sürü isimler arar dururdu. Bunlardan bir tanesi üzerinde çok ısrar etti; ama yine olmadı: Şakuli Solucan! Orhan Veli de kendini korumak için Nurullah Ataç yerine sadece Nuri Bey diyordu."
Lakapların dışında bir de takma isimler vardır. Mehmet Ali Sel, Orhan Veli'nin takma ismidir. Oktay Rifat, "galiba atmaya kıyamadığı şiirlerini bu isimle yayımlardı" der. Bir de Orhan Selim vardır. O da Nazım Hikmet'in 1934'te başladığı Akşam Gazetesi'ndeki yazılarında kullandığı takma isimdir. Her ne kadar, o yıllarda Orhan Veli'nin ismi pek duyulmadıysa da Nazım Hikmet'in bir kelime oyunu yapmak istediğini 'uydurmamız' yerinde olur:
ORHAN SELİM
ORHAN SELİ'M
ORHAN VELİ'M
"Orhan Veli ve Nazım Hikmet kavgalıdırlar, hatta birbirlerini hiç sevmezler." Bu tip lafları ilk kim ve neden ortaya attı, bilmiyorum. Bunlara gülüp geçmek gerekir ama, biz yine de yanıtlayalım...
İlk zamanlarda, şiir anlayışları açısından birbirlerine taş atarlar. Örneğin Nazım Hikmet, cezaevinden Memet Fuat'a yazdığı mektuplarda: "Mithat Cemal ne kadar şekil perestse, Orhan Veli de o kadar şekil perest, ikisi de yobaz" dediği gibi O'nu içerik yönünden de eleştirir: "Orhan Veli'yle A. Kadir dil bakımından birbirlerine yakındırlar ve soldadırlar, lakin muhteva bakımından Orhan Veli merkezin sağına geçmiştir. En sağda değilse de sağdadır." Orhan Veli'nin ilk şiirlerinde de bu görünür zaten.
Ama zamanla Nazım Hikmet'in fikirleri değişir. Ve Orhan Veli'nin şiirini benimser. Hatta benzer şiirler kaleme alır. Orhan Veli'nin Nisan 1940'ta yayımladığı Kızılcık adlı şiirinde, kızıl saçları nedeniyle Nazım'dan bahsettiği söylentiler arasındadır:
İlk yemişini bu sene verdi,
Kızılcık,
Üç tane;
Bir daha seneye beş tane verir;
Ömür çok,
Bekleriz;
Ne çıkar?

İlahi kızılcık!
Oktay Akbal ise bu şiirin, Mümtaz Zeki'nin bir şiiriyle yakınlığı olduğunu söyler; Mümtaz Zeki'nin şiirinin yazılış tarihinin daha eski olduğu notunu düşerek:
Küstü de bize
Bu yıl meyve vermedi elma ağacı
Halbuki bir yemiş ağacı
Hodkam olmamalı
Düşünmeli aşeren hamileyi
Çoluğu çocuğu
Gelecek yıl pıtrak olur inşallah
Orhan Veli'nin Nazım Hikmet'i sevmediğini iddia edenler, "Kuyruklu Şiir ve Cevap Nazım'a yazılmıştır" derler.
KUYRUKLU ŞİİR
Uyuşamayız yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyaları görürsün, ben kemik.

Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.

CEVAP
Açlıktan bahsediyorsun;
Demek ki sen komünistsin.
Demek bütün binaları yakan sensin.
İstanbul'dakileri sen,
Ankara'dakileri sen...
Sen ne domuzsun, sen!
Şiirdeki ciğercinin kedisinin Nazım Hikmet olduğunu söyleyenler, Orhan Veli'nin ciğerden nefret ettiği gibi, Nazım Hikmet'ten de nefret ettiğini iddia ederler. Sokak kedisinin Nazım Hikmet olduğunu iddia edenler ise O'nun komünist olmasıyla dalga geçildiğini...
Bunların doğru olamayacağının en basit ispatı, şiirlerin yayımlanma tarihleridir. Kuyruklu Şiir 15.12.1949, Cevap ise 15.1.1950'de Yaprak Dergisi'nde yayımlanır.
Siz olsanız sevmediğiniz birisine böyle şiirler yazdıktan sonra, O'nun için açlık grevi yapar mıydınız?
Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet, Nazım Hikmet'in hapisten kurtarılması için açlık grevi yapmış ve bu yolda yazılar yayımlamışlardır. Tüm bu eylemler Kudret ve Ulus gazetelerince "Vatan hainliği ve Moskova uşaklığı" olarak yorumlanmıştır. Bu tepkilere karşılık açlık grevini ikinci gün bitirip Yaprak Dergisi'nin 15.5.1950 tarihli sayısında şu yanıtı verirler: "Bir şairin öldürülmesine şair gönlümüz razı olmadığı için, sırf onu kurtarmayı istediğimizi belirtmek için iki gün aç durduk. Niyetimiz kimseyi tehdit değildi, sadece şairlik borcumuzu ödemekti. Bununla beraber fırsat düşkünü yazar bu hareketimize siyasi bir mana vermeye kalkıştı. Bizi, yabancı ülkelerde memleketimiz aleyhinde yapılan menfi propagandalara alet olmakla suçlandıranlar çıktı."
İşte bu suçlayanlardan birisi de Kudret gazetesidir. 11 Mayıs tarihli gazete şu başlığı atar: "Üç sosyalist şair açlık grevi yapacakmış!" Siz gelin bir de bu başlığa karşılık Orhan Veli'nin yazdıklarını okuyun:
"Yurdumuzda sosyalist kelimesiyle komünist kelimesi arasındaki fark pek anlaşılamadığı, komünist kelimesi de çok kere vatan haini anlamına geldiği için bu başlığı ilkin curnalcılık saydık. Ama sonra, biraz düşündük; ilk korkumuzun boşuna olduğunu anladık. Çünkü bundan beş on gün evvel eski Devlet Başkanı Cemil Sait Barlas Halk Partisi'nin bir Sosyalist Partisi olduğunu söylemişti. Söylemişti de, Demokratlar buna şiddetle karşılık vermişler, 'Siz sosyalist değilsiniz, asıl sosyalist biziz,' demişlerdi. Partilerimizin arasında bile kolay kolay paylaşılamayan bu sıfatı bize layık gördüğü için Kudret gazetesine teşekkür etmek istiyorum."
Açlık grevini tamamlamasalar da, Nazım Hikmet'e destek veren yazılar yazmaktan geri kalmazlar çünkü, bilirler aksinin ülkeleri için bir gerilik olduğunu. İşte Orhan Veli'nin 1 Mart 1950 tarihli Yaprak'ta yazdıkları:
"Bugün Avrupa'da tanınan bir tek şairimiz var: Nazım Hikmet. O da bize rağmen tanınıyor. Biz, 'Aman kimse duymasın!' diyoruz. Ama faydası yok; duymuşlar. Nazım Hikmet'i bize, onlar kabul ettirmeye çalışıyorlar. Adını, lehimize değil, aleyhimize kullanıyorlar. Bizi, büyük şairler yetiştiren bir millet olarak değil, büyük şairleri hapislerde süründüren bir millet olarak tanıtıyorlar."
Evet Orhan Veli ile Nazım Hikmet şiirleriyle çok atışmışlardır ama, bu atışma birbirini seven, daha da önemlisi birbirine saygı duyan iki insan arasındadır. Örneğin Orhan Veli, Hürriyete Doğru şiirinde;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere.
derken, Nazım Hikmet 10 yıl sonra, 15 Eylül 1958 tarihinde O'na 'Oğlum' diye seslenir:
Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda çıplak bir adam
durmuş düşünür.
Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa,
balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.
1955 yılında Budapeşte'deki Kent Radyo'sunda bir konuşma yapan Nazım Hikmet, çok seyahat ettiğini söyler. Bunun üzerine şaire sorarlar: "Acaba bu sık seyahatleriniz sırasında yanınızda bulundurduğunuz kitaplar nelerdir?"
Nazım'ın yanıtı çok açıktır: "Şimdi size söyleyeyim. Mesela benim bavulumda neler var. Bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu ama, ölümsüz."
Konuşma ilerleyince Nazım'dan birkaç Orhan Veli şiiri okumasını isterler. İlk olarak 'çok sevdiğini' vurguladığı Sere Serpe'yi okur. Şiiri bitince şu yorumu yapar: "Ne güzel Türkçe, sonra nasıl İstanbul, nasıl İstanbul kızı..."
Sonra Delikli Şiir, Vatan İçin ve Cevap'ı okur. Son olarak "bir tane daha okuyayım. Doyum olmuyor ki..." der ve Gelirli Şiir'i okur.
Bursa Hapishanesi'ndeyken kendisine gönderilen kitaplardan birine hayran olur Nazım. Kapağındaki resmi Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun yaptığı kitaba "mübalağasız bir saat, tıpkı, bir şarkı dinler, bir yazı okur gibi, hatta daha başka türlü dalıp" gider. Öyle hayran olmuştur ki "sakın kaybetme" notuyla birlikte kitabı oğlu Memet'e gönderir. Aradan zaman geçince kitabı yeniden görme isteği basar Nazım'ı. Ve Bir Şiir Kitabının Kapak Resmi adlı şiirini yazar.
Kapak resminde Bedri Rahmi tüm hünerini şakıttıysa da Yenisi adlı bu kitabın şairi Orhan Veli de şiirlerinde bir o kadar başarılıdır.
Orhan Veli öldüğü zaman hala Bursa Hapishanesi'nde yatmakta olan Nazım Hikmet'in üzüntüsü bir kat artmıştır. Bu üzüntü içindeyken, 1.12.1949 tarihli Yaprak Dergisi'nde okuduğu Orhan Veli'nin Dalga isimli şiirini anımsar:
Öyle bir yerde olmalıyım.
Öyle bir yerde olmalıyım ki,
Ne karpuz kabuğu gibi,
Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi...
İnsan gibi.
Yatar Bursa Kalesinde'nin son şiiri Bir Hazin Hürriyet'in Nazım'ın Bursa'da yazdığı son şiir olduğunu iddia edebiliriz ama, bu şiirde isim vermeden andığı kişi kesinlikle Orhan Veli'dir:
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil.
İnsan gibi yaşamalıyız dersin,
Büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
Yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle hürsün!
Gittiği yerlerde Orhan Veli'yi tanıtmaya çalışan Nazım Hikmet, 1958 yılında yazdığı Slavya Kahvesi'nde Şair Dostum Tavfer'le Yarenlik şiirinde de konuk eder, sevdiği bu şairi:
Hele sabahları, hele baharda,
Pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi
Nezval geçer taze çıkmış kabrinden
Paramparça yüreği de elinde
ve Orhan Veli'yle karşılaşırlar
Urumelihisarı'ndan gelir o
ve telli kavağa benzer Orhan'ım
yüreciği delik deşik onun da.
16 Ağustos 1959 tarihli Dörtlük şiirinde de üç kişiden bahseder Nazım.
Yeryüzüne tohum gibi saçmışım ölülerimi,
kimi Odesa'da yatar, kimi İstanbul'da, Pırağ'da kimi.
En sevdiğim memleket yeryüzüdür.
Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi.
Odesa'da yatan kişi, ikinci eşi Lena Yurçenko'dur. Diğer iki kişinin kim olduklarını bir önceki şiire bakarak söyleyebiliriz ki; Nezval ve Orhan Veli...

İLKÇAĞ OZANI

İLKÇAĞ OZANI

1914'de doğan, 15'de konuşan, şiir, yazı ve fikirleriyle günümüze kadar susmayan Orhan Veli, 19 Mayıs 1938'de Mehmet Ali Sel takma adıyla Gençlik dergisinde yayımlanan Sicilyalı Balıkçı şiirinde, 2038'de de okunacağını bildiğini vurguluyordu:

Yüz sene sonra bugünkü dünyadan
Bir tek insan kalmadığı gün,
Sicilya sahillerinde yaşayan balıkçı
Bir yaz sabahı ağlarını atarken denize
Her zamankinden daha geniş gökyüzüne bakıp
Benden bir mısra mırıldanacak şarkı halinde
Şiirin devamında, kendince karamsarlığa kapılsa da artık bizler biliyoruz ki sırf Sicilya'da değil, bütün dünyada okunacaktır Orhan Veli. (Örneğin seçme şiirleri New York'ta Murat Nemet Nejat'ın İngilizce'ye çevirisi 1996 yılında I, Orhan Veli adıyla; Talat Sait Halman'ın İngilizce'ye çevirdiği 111 şiir Multilingual Yayınları tarafından 1997 yılında Just For The Hell Of It '111 Poems By Orhan Veli Kanık' adıyla; Stockholm'de Lasse Söderberg'in İsveçce'ye çevirisi Ellerströms Yayınevi tarafından Jag lyssnar til Istanbul adıyla yayımlanmıştır.)
13 Nisan 1914 Pazartesi günü, sabahleyin, İstanbul'da, Beykoz'a bağlı Yalıköyü'nün İshak Ağa Yokuşu'nda, 9 no'lu evde doğar Orhan Veli. Babası Klarnetist Mehmet Veli, annesi Fatma Nigar'dır. İki kardeşi vardır, Adnan Veli ve Füruzan Yolyapan.
Bir yaşındayken kurbağa'dan korkmaya başlamıştır.
Çocukluğu Beykoz, Beşiktaş ve Cihangir'de geçer. Beşiktaş Akaretler Yokuşu'nda, şu an Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün bulunduğu Anafartalar İlkokulu'nun ana sınıfına gider. İlkokulu ise Galatasaray Lisesi'nde yatılı olarak okur. Tatil günlerinde kardeşi Adnan Veli ve arkadaşı Halim Şefik ile top oynarlar. (Spora, özellikle futbola olan düşkünlüğünün bu iki okuldan kaynaklandığını uydurarak kimi volelere konu yaratabiliriz.)
Babasının 1924'de, Cumhurbaşkanlığı Bando Şefliği'ne tayini ile Galatasaray Lisesi'nin dördüncü sınıfından ayrılarak Ankara Gazi İlkokulu'na geçer. Ertesi sene de Ankara Erkek Lisesi'ne başlar.
Dokuz yaşında okumaya, on yaşında da yazmaya olan aşkının farkına varır. On üç yaşında tanıdığı Oktay Rifat ile on altı yaşında tanıdığı Melih Cevdet'i en iyi arkadaşları ilan eder. Birlikte sanat üzerine tartışıp, söyleşir; tiyatroda rol alır; şiirlerini birbirlerine okur; daha ileriki yıllarda bir kitap (Garip) ve bir dergi (Yaprak) çıkarırlarsa da lise yıllarında okul kooperatifinin parasıyla yayımladıkları Sesimiz adlı dergiden, günümüzde pek ses seda çıkmaz.
1933'de liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü'ne başlar.
Bu yıllarda futbol zevkinin yerini at yarışı alır.
Aşk hayatı gibi hareketli bir iş hayatı vardır.
İlk şiirleri Aralık 1936'da Varlık Dergisi'nde şu açıklamayla yayımlanır:
"Varlık'ın şiir kadrosu yeni ve kuvvetli genç imzalarla zenginleşmektedir. Aşağıda dört şiirini (Oaristys, Ebabil, Eldorado ve Düşüncelerimin Başucunda) okuyacağınız Orhan Veli, şimdiye kadar yazılarını neşretmemiş olmasına rağmen olgun bir sanat sahibidir. Gelecek sayımızda onun ve arkadaşları Oktay Rifat, Melih Cevdet, Mehmet Ali Sel'in şiirimize getirdikleri yeni havayı daha iyi belirtecektir."
Mehmet Ali Sel, Orhan Veli'nin takma adıdır. Oktay Rifat bu ad için "galiba yırtmaya kıyamadığı şiirlerini bu adla çıkarırdı" derken, Baki Süha Ediboğlu'nun bu konudaki sorusunu şöyle yanıtlar Orhan Veli: "O zamanlar çok şiir yayınlıyordum. Adımın her zaman görünmesi hem benim için hem de dergi için doğru değildi. Bir de şu var; Mehmet Ali Sel, benim bazı tecrübelerime alet olmuş bir isimdir."
Sabahattin Ali, Yaşar Nabi Nayır'a yazdığı bir mektuptaki en önemli konu, şairlerimizin şiirlerinin yayımlanmasına aracı olduğunu ama, artık bundan rahatsızlık duyduğudur. Ayrıca Sabahattin Ali, Mehmet Ali Sel'in Orhan Veli'nin takma adı olduğunu bilmez ve Melih Cevdet ile de henüz tanışmamıştır.
"Bizim şu genç şairlerin, yani Orhan Veli ile Oktay Rifat'ın başlarına gelene pek müteessir oldum. Zavallı çocukların genç yaşta cinnet getirecekleri hiç tahmin edilemezdi. Acaba onların şiirlerini yayınlamaya aracı olduğum için bu hazin sonuçtan ben de sorumlu muyum diye vicdanen ben de acı çekiyorum. Özellikle edebi cinnet, tutulanlarını sadece akraba ve tanıdık çevrelerinde değil, nispeten geniş ve daha acımasız bir kalabalık karşısında da gülünç ede geldiğinden acıma ve esef duygularım bu nispette şiddetli oluyor.Orhan Veli ile Oktay Rifat'ın arkadaşı bir de Mehmet Ali Sel var ki şahsen tanımıyorum. Yalnız sari olduğu anlaşılan bu yeni cinnete o da tutulmuş görünüyor. Tanıdıklarına, akraba, taallukatına geçmiş olsun. Sinir ve akıl doktoru Şükrü Hazım, bu konuda bir şeyler yayınladı mı? Etti ise çıktığı yeri lütfen bildir."
Orhan Veli domates, zeytin, soğanı yemez; sarmısak ve ciğerden nefret eder; sucukla pastırmaya bayılırdı. Her çeşit balığı, pilavla makarnanın salçalısını, sebzelerden enginarı, kuru fasulyeyi iştahla yerken, süt ve çiğ yumurtadan adeta kaçar ama, sütten yapılmış tatlılarla yumurtanın çok pişmişini severdi. İlk zamanlar tütünden nefret etse de kısa zamanda tiryakisi olur. Koyu çay, şekersiz kahve ve şarap içmeyi sever; Göksu Deresi'nin denize döküldüğü yerdeki kırmızı eve hayrandır. Yürümeyi çok sever, bazen Beyoğlu'ndan Sarıyer'e kadar yürüyerek, ıslık çalarak gittiği olurdu.
Şiirlerinin yanı sıra çevirileri, denemeleri ve öyküleri ile Orhan Veli'nin Kanık'sadığım hayatında bir gezinti yapacağız sizlerle..
Yüz sene sonra Sicilya sahillerinde, Sicilyalı bir balıkçı tarafından okunacağını bilen Orhan Veli'ye, Sabahattin Kudret Aksal bir soru sorar. Bir Şiir Üstüne Notlar şiirindeki soru şudur:
Bir ilkçağ ozanı şiirlerini okusun istemez misin?

BİR KOMİK ADAM

BİR KOMİK ADAM

1936 yılında, dönemin "siyasi ve edebi mizah gazetesi" Karikatür'ün kırkıncı sayısında yayımlanır bu karikatür. Bir koltuğa kurulan kalantor beyefendimiz oldukça neşelidir. Sırasıyla Nasrettin Hoca, Karagöz ve İstanbul Belediyesi'nin sorularına "hayır" yanıtını verir. Geriye "Yeni Şair" kalmıştır bir tek. Kendinden emin bir şekilde konuşur O da: "Anlaşıldı, benim şiirlerimi okumuşsun..." Kalantor beyefendi yanıtlar: "Evet!..."
Dönemin önemli bir imzası vardır bu karikatürün altında: Ramiz...
Bu yeni şair ise Orhan Veli'den başkası olamaz. İşin komik yanı, Orhan Veli zaten komik bir insandır. Yeri geldiğinde bunu şiirlerine yansıtmaması da olanaksızdır.
Hafızası çok güçlüdür Orhan Veli'nin. Arkadaşlarının mektep numaralarını, telefon numaralarını, yolculuk - taşınma - eğlence gibi irili ufaklı olayların tarihleri unutmadığı şeyler arasındadır. Okuldayken yerbilimi kitabının birçok bölümünü ezbere bilirdi. Keyifli anlarında yanındakileri şaşırtıp güldürmek için iki yüz - üç yüz kadar baharat adını, elli - altmış kadar balık adını sayardı.
En çok sevdiği yemeğin balık olmasının yanı sıra, balıklar O'nun özel ilgi alanıydı. Şu konuşma bir yaz günü Sabahattin Eyuboğlu'nun motorunda Sait Faik'le Orhan Veli'nin arasında geçer:
O. Veli - Balıkların yüreği var mıdır?
S. Faik - Olmaz olur mu be?
O. Veli - Yoktur işte.
S. Faik - Yüreksiz yaşanır mı?
O. Veli - Bizim bildiğimiz manada değil onların kalbi.
Sait Faik, biraz önce tuttukları balıklardan, motorun döşemesine bulaşan kanı göstererek sorar:
S. Faik - Bu kan nereden çıkar öyleyse?
O. Veli - Sen lakırdıdan anlamazsın.
Birkaç gün sonra Hachette Kitabevi'nde bir ansiklopedinin balıklar hakkındaki bölümünü inceleyen Sait Faik şaşırır. Daha ilk satırda balıkların kan dolaşım sisteminin insanlardaki gibi olmadığını, yalnızca atardamarların ya da toplardamarların girip çıktığı iki hücreli bir kalpleri olduğunu öğrenir.
1 Aralık 1951 tarihli Yeditepe dergisindeki yazısına şöyle devam eder Sait Faik:
"O, boğazın akıntılarını, balıkların yüreğini, ağların boyasını, yellerin koyu balıkçı ağızıyla isimlerini, neleri bilmiyor yahu?..."
Ve tüm bu bilgisini ukalalık için değil, çevresindekileri eğlendirmek için kullanırdı Orhan Veli...
Yine bir gün Pera Palas'ın arka tarafındaki Haliç'e bakan kanepelerde Sait Faik'le birlikte otururlarken, bir çingene kız yanlarına yaklaşır ve "Çakır, falına bakayım mı?" diye sorar. Sait Faik istemediğini söyleyince "Ya senin mektepli" der Orhan Veli'ye. Cebinde on kuruş bulunmayan Orhan Veli, Sait Faik'e "tosla on kuruş" dedikten sonra çingene kıza döner: "ama sen bakmayacaksın fala, ben senin falına bakacağım." Ve öyle bir fal bakar çingene kızına ki, kızın ağzı bir karış açık kalır.
Şiirini tanımasına rağmen, kendisini tanımayan, eleştirmen Nurullah Ataç'a sorulduğunda; Ataç bıyık altından gülümseyerek: "Hakkını inkar etmeyelim, iyi şairdir" der. Bunu duyan Orhan Veli, şu yanıtı verir: "Hakkını inkar etmeyelim, şiirden anlayan adamdır."
Aradan zaman geçer, tanışırlar ve konuşmaları hep bu şekilde eğlenceli olur. İşte bu Orhan - Ataç maçlarından birini şöyle anlatır Bedri Rahmi Eyuboğlu:
"Nurullah Ataç mütemadiyen Orhan'a takılıyor, bir gün şöyle diyor: 'İlahi Orhan Veli'... Senin şiirlerin için yazdığım makaleleri bir çokları ciddiye almışlar. Bunları sırf alay etmek için yazdığımı anlamamışlar...'
Orhan Veli kıs kıs gülerek, bir Nasrettin Hoca edasıyla: 'İşin tuhafı şu ki, ben de şiirlerimi tamamıyla şaka diye yazıp neşretmiştim. Bazıları ciddiye aldılar!'
Rivayete nazaran o gün bu gün Nurullah Ataç - Orhan Veli dostluğu iflah olmazmış."
Kendisiyle bu kadar dalga geçen şairi, şiir okurken görenler de gülümsemeden edemezdi.
Orhan Veli'nin öldüğünü duyduğunda, aklına:
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince...
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
mısraları gelen ve gülümsemekten kendini alamayan Ayşe Nur, bu gülümsemelerin nedenini şöyle anlatıyor:
"Çünkü bu şiirlerde karşımıza taptaze bir insan, acısını da sevincini de aynı samimiyetle açığa vuran bir 'çocuk insan' çıkıyor. Bu insan alelade dili ile bize o kadar yakın geliyor ki, biz O'nun insanca sözünü dinlerken, içimiz ferahlıyor, günlük krizimizden temizleniyoruz adeta. Biz de insanlaşıyoruz.
Sanatın insanları ferahlatmak, eğlendirmek gayesini güttüğünü unutmuştuk bizler. Sanatımızda, edebiyatımızda bir resmiyet vardı. İnsanüstü bir hüviyet taşıyan sanatkarın ve eserinin önünde anlamamak korkusu ile rahatsızlık duyardık. Gergin bir çekingenlik içinde kendimizi duygularımıza koyuvermezdik. Orhan Veli ile arkadaşları bizi şiirle haşır neşir ederek, çekinmekten kurtardılar. Şiir de böylece öz fonksiyonunu buluverdi. Dalgacı Mahmud'un derin manalı rolünü şimdi anlıyoruz:
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.
Orhan Veli'nin şiirlerini okurken gülüşümüz işte bu sebeplerdendir sanırım."
Kadından şair olmaz diyenlerin yanı sıra, kadından bir şey olmaz diyenler vardır. Ayşe Nur'dan alıntı yapınca aklıma geldi. 1950 yılında Hakka Doğru adlı bir derginin yayımladığı Rüya Tabirnamesi'ni okuyan Orhan Veli'nin (1 Nisan 1950, şaka gününde) yazdıkları, hem bu konuda bir cevaptır hem de bu komik adamın komikliğinin bir belgesi:
"Eser, aslında, Muhiyiddin-i Arabi hazretlerininmiş: Muharrem Zeki adında bir zat yeniden yazmış. Bir bilim eseri gibi başlıyor. Rüyalar birkaç bölüme ayrılırmış. Gerçek rüyalar, yalan, yalancı, aldatıcı rüyalar, efdal rüyalar gibi. Gerçek rüyalar da üçe ayrılırmış: Tebşir, tahrir, ilham rüyaları... İnsan şaşırıyor birdenbire. Doğru dürüst, ağır başlı bir kitap okuyacağını sanıyor. Gel gelelim, ikinci sayfada iş değişiyor. Sapıtıveriyor yazar. Diyor ki: 'Fakir adamın rüyasına tabir olunmaz. Çünkü, o daima günlük nafakasını düşünür.' Bütün dinler, insanlara, oldukça eşit bir yaşayış sağlamaya çalışmışlar. Bunun için de, herkesten önce, fakir fukarayı korumak gerektiğine inanmışlar. Böyle iken, nasıl oluyor da, bir din dergisinin çıkardığı bir kitap fakir fukarayı adam yerine koymuyor? Doğrusu, pek akıl erdiremedim. Yazar, gene o sayfada, deminki cümleden birkaç satır aşağıda şöyle diyor: 'Rüya gören kimse, bunu düşmana, cahile, kadına ve maskaraya söylememelidir.' Demek ki kadın kısmı, düşmanla, cahille, maskarayla bir tutuluyor. Ne insanlık, ne insanlık!... Aynı kitabın başka bir yerinde şöyle bir söz var: 'Vücudunda mevcut uzuvlarından fazla şey gören kişi zengin olur.' İnsanın içinden, cümlemize, üçer kulak, dörder burun, beşer bacak vermesi için Tanrıya yalvarmak geliyor. Başka bir cümle: 'Kabak ağacı gören kişi doktorluğu öğrenir ve hasta olmaz.' Kabak ağacı olur mu olmaz mı diye düşünmüyoruz bile. Demek ki, diyoruz, tıp fakültelerinin pabucu dama atıldı. Öyle ya, bir kabak ağacı gör rüyada; tamam. Ne lüzum var okullarda çürümeye? Hemen as kapına levhayı, 'Birinci sınıf operatör' diye. Kitapta bu biçim örnekler tümen tümen. Ama ne lüzum var hepsini sıralamaya? Merak eden alır, okur. Okur ya, kitabın sonundaki bir 'Seğirname'ye de ilişmeden edemeyeceğim. Bu bölümde yazar, türlü uzuvların seğirmelerine türlü manalar vermiş. Mesela bir yerde şöyle demiş: 'Tenasül aleti seğriyen kimse, izzet ve hürmet bulur; sevdiği adamla buluşur. Hayanın iki tarafının seğirmesi darlığa düşmeye alamettir. Hayasının sağ yanı seğriyen insan sevinir. Hayasının sol yanı seğriyen insan da sevinir amma daha evvel biraz mihnet çeker. Dübürünün sağ yanı seğriyen aziz olur; sol yanı seğriyen rahat bulur.' Bu kadar rahat konuştuklarına göre, bu zatların sol yanı seğriyor demektir. Namusla edep arasında pek de fark gözetmeyen, bu arada da, hepimizi edepli olmaya davet eden bu din sözcülerinin bu türlü işlerini -ne yazık ki- pek ciddiye alamıyoruz. Bunun böyle olacağını kendileri de sezmişler herhalde; bir açık kapı bırakmış olmak için, kitaplarını Şaka Basımevi'nde bastırmışlar."
Sabahattin Eyuboğlu ise, Şiirin Garip Kişisi diye adlandırdığı Orhan Veli'yi şöyle tarif eder:
"Sahte ciddiliğe öyle candan düşmandı ki, sahte ciddiliğe inat, en ciddi işlerini şakadanmış gibi yapardı. Yüzünden ve şiirden gülümsemeyi eksik etmezdi. Dünyayı, insanları, türküleri ölesiye sevdiği anlarda bile sever görünmezdi. Sevdiğini sevmeye kimseyi zorlamaz, hele kendi derdini kimseye dert etmezdi. Alır başını giderdi sıkılınca, tadına doyurmadan. Dünyadan gidişi de öyle oldu."
Ankara'da bir gece, belediye çukuruna düşen ve dört gün sonra da İstanbul'da beyin kanamasından ölen Orhan Veli'nin komedyenliği bütün dünyaca bilinmektedir. Bunu nereden mi çıkarıyorum? Oyuncu ve yönetmen Mel Brooks şunu söyler:
"Parmağımı kestiğimde bu bir trajedidir. Açık bir lağım çukuruna düşüp öldüğümde bu bir komedidir."

Rado'nun 'Garip' dostları-ŞEVKET RADO'YA MEKTUPLAR


Rado'nun 'Garip' dostları

Bir roman ya da bir öykü tadındaki 'Şevket Rado'ya Mektuplar'da Garip üçlüsünün hem ortak hem de kişisel serüvenlerine tanık oluyoruz.






ŞEVKET RADO'YA MEKTUPLAR



Orhan Veli KanıkOktay RifatMelih Cevdet Anday, Hazırlayan: Emin Nedret İşli, YKY, 2002, 170 sayfa, 15 milyon lira.



Bir dönem şiir yazmış olsa bile, gazetecilik ve yayıncılığa ağırlık veren; 'Aile', 'Resimli Hayat', 'Doğan Kardeş' dergilerini çıkartan Şevket Rado, bir şair hayranı ve dostudur. Bu tutumu, Hececiler ve "eski zevke bağlı" olanlar tarafından şiddetle eleştirilen Garip akımını (dolayısıyla akımın şeytan üçgeni Orhan Veli KanıkOktay RifatMelih Cevdet Anday'ı) savunduğu hatta bu üç şaire, konumunun da uygunluğu sayesinde, maddi ve manevi destek verdiği 1940'lı yılların başında eni konu belirginleşir. 1940'ların başında bu üç şairin İstanbul'daki temsilcisi gibidir.

Postmodern roman tadında otobiyografi, biyografi, yaşantı ve mektup gibi türlere son yıllarda büyük bir ilgi olduğundan bu konulardaki kitapların sayısı da bir hayli arttı. Toplumun bilinçaltını, yazıldığı dönemin kültürel, siyasal, sosyal ve iktisadî özelliklerini, folklorunu yansıttığı için bir nevî gizli tarih kabul edeceğimiz mektuplar, yazın dünyasına, yazarın ya da şairin evrimine ilişkin kazanımlar getirmesi açısından elbette ki büyük değer taşıyor. Ve her ne kadar iki kişi arasındaki mahremiyeti yasantılasa bile, kamusal olmaktan kurtulamıyorlar. Mektup yayımlanması; özel olanın, ne kadar ve nereye kadar özel olduğu şeklindeki etik tartışmaları da beraberinde getiriyor elbette.


Ancak bu tartışmalar bağlamında söz söyleyen Ahmet Oktay'ın dediği gibi, birine yazdığınıza, birine gönderdiğinize, dahası birileri bunları sakladığına göre, mektup eninde sonunda kamusal olma kaderinden kurtulamaz.


Şevket Rado'nun yıllarca arşivinde titizlikle sakladığı mektupları da, burnu iyi koku alan bir iz sürücü, bir 'hafiye - sahaf' Emin Nedret İşli tarafından bulunarak, Enis Batur'un desteği ile,M. Sabri Koz'un editörlüğünde yayıma hazırlanarak günışığına çıkartıldı (Hem de orijinalleri ve transkripsiyonları bir arada). Çoğu 1940'lı yıllarda kaleme alınmış olan mektuplar, Ankara'da başlayan dostluk ve arkadaşlığın; Rado'nun Akşam gazetesinde köşe yazarlığı içinİstanbul'a dönmesiyle ancak mektuplaşmalar şeklinde sürdüğünü gösteren belgeler olmasının yanı sıra (ve bence aslında), Garip akımının üç ünlü ismi ile ilgili bilinmeyen bilgiler içermesi bakımından son derece önemli. Zira mektuplara olan merakını bir tür 'dikizcilik' eğilimi sayılsa bile, gizlemeyen hatta okur önüne çıkmasında basbayağı yarar gören Enis Batur, kitaba yazdığı önsözde şöyle diyor:


"Türk Şiiri'nin en gözüpek kolektif hareketlerinden birini yaratan Garip üçlüsünün, farklı yakınlık dozlarıyla ilişkide oldukları Şevket Rado'ya, hareketin en sıcak döneminde yazdığı mektupların ve onlarla ilgili kimi ikonografik parçaların bir kitapta buluşturulması, bana kalırsa, anlamlı bir örnek ortaya koyuyor. Orhan Veli'nin, Oktay Rifat'ın, Melih Cevdet Anday'ın ortak, keşişen serüvenlerinin olduğu kadar, kişisel güzergâhlarının da okunması açısından ciddî katkılar getirebilecek tanık - metinler bunlar."


Gerçekten de her üç şairin de kişisel güzergâhlarına ilişkin pek çok nokta beliriyor kitabı okuyunca. Her birinin çektiği ekonomik sıkıntı, hayatlarını idame ettirmek için gereken parayı şiirle değil de yaptıkları çeviriler ile kazandıkları, dostluk kavramından ne anladıkları, aşka, evliliğe bakış açıları ve ne derece 'titiz' ve hatta tutkulu olduklarını öğreniyor ve bambaşka meraklara gark oluyoruz. Mektuplar diyorum, ama bir roman, bir öykü tadında da okunabilecek metinler aslında bunlar; Enis Batur'un da dedigi gibi:


"Onların Şevket Rado'ya mektuplarını içeren bu toplam, bir postmodern roman tadı getiriyor, çapraz ilişkiler mantığıyla. Mektupların yazıldığı zaman diliminde olup bitenler göz önüne alındığında, sıkı okurun, öteki kaynaklara (şiirlere, yazılara, bambaşka noktalara) yolcu çıkarak tamamlayacağı bir roman bu satıraralarından eksik olmayan coşku dram, gam ile baş başa."


Satıraralarındaki gerçekler Orhan Veli'nin mektupları tümüyle iş ilişkisine dayanırken Oktay Rifat, iki kitabını kendi imkânlarıyla İstanbul'da bastırmak amacıyla kaleme alıyor mektuplarını,Melih Cevdet Anday'ınkiler ise o tarihlerdeki duygu ve düşüncelerini yansıtıyor kısaca. Ancak satıraraları, pek bilinmeyen malumatlarla dolu. Mesela, Orhan Veli'nin 'İhtiyarla Eşeği' adlı şiiri ilk kez bu kitapta karşımıza çıkıyor. Oktay Rifat'ın bir roman yazdığını ve Ahmet isimli hiç basılmamış bu romana büyük önem yüklediğini de kitaptan öğreniyoruz. Rifat'ın 26.IX.1944 tarihli mektubunda "... Aman Şevketçiğim Ahmet'i görücü görücü dolaştır ve muhakkak başgöz et," demesi kitabına, bir evlât muamelesi yaptığını gösteriyor. Ne yazık ki kitapla ilgili hiçbir bilgiye ulaşılamıyor bugüne dek. Yine Rifat'ın, 'Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler' adlı kitabını bastırabilmek için Şevket Rado'ya inanılmaz baskı yaptığını, kitabının tashihlerini kendisinin yapmak istemesi konusundaki ısrarcı tutumunu ancak kapağı beğenmediği için basıldığı halde dağıtımını durdurduğunu öğreniyoruz; dolayısıyla Oktay Rifat'ın onca emeği, sanatçı kaprisi (!) uğruna bir kalemde yok edebilmesindeki koryürekliliğini de...


Sonra Melih Cevdet Anday'ın muzipliklerine ve meşrepliklerine geliyor sıra...


İçki meclislerinden kendini alamayan Anday ve arkadasları, bir gece içtikten sonra döneminMaarif Vekili Hasan Ali Yücel'in kapısına dayanır. Vekili evde bulamadıklarından Sabahattin Eyüboğlu'na giderler. Ancak Âlî'nin annesi telaşlanarak evi Turancılar'ın bastığı gerekçesi ile polise telefon eder ve ertesi gün bütün Ankara'da bir suikastten söz edilir.


Yine bir gün Nurullah Ataç'ı dinlemek üzere dostlarıyla Radyoevine giden Anday, içkili olduğunu öne süren görevli memurla kavga eder ve bir vâveylâ kopar. Mahkeme kararı sonucu şair, 1 ay hapis, 30 lira para cezasına çarptırılır ancak sabıkası olmadığından cezası tecil edilir.


Bir dostluk kalmış geriye!


Bu anıları keyifle okurken üç değerli şairin çektiği ekonomik sıkıntı ve aslında dostluğun karşılıklı çıkardan mülhem olduğunu, çoğu emir kipiyle kurulan mektuplardan öğrenmek açıkçası biraz hüzünlendiriyor insanı:


"Mürekkep olmadığı için çini mürekkep ile yazmak mecburiyetinde kaldım. Halbuki çini mürekkebini de böyle su gibi harcamak hoş bir şey değil. Kazın geleceği yerden tavuk esirgenmez derler ama yine de kısa kesmek mümkün." (Oktay Rifat; 4 Eylül 1948)


Şevket Rado önemli şahsiyetlerle kurduğu ilişkiler nedeniyle birçok gazete ve dergide söz sahibi olurken, Kanık ve Rifat da kendisini açıkça istismar eder.


İlişkilerinin, en az çıkara dayandığı mektuplarından anlaşılan Melih Cevdet Anday bile 'Akan Zaman Duran Zaman' adlı anı kitabında Şevket Rado'dan hiç söz etmeyerek onu adeta yok sayar. Orhan Veli'nin, Şevket Rado'ya imzaladığı 'Destan Gibi' adlı kitabının başına 'Bir dostluk kaldı' yazması da kötü bir şakadan ibaret kalıyor böylelikle.


Tüm bunlar, 40'lı yıllardaki yazın dünyasıyla günümüz arasında pek de bir fark olmadığını gösteriyor açık seçik. İnsan, eskiden de yalanmış dostluklar diye düşünmekten kurtaramıyor kendini. Bir de kayıp Ahmet'i, saklandığı delikten bulup çıkarma isteğinden...
Hande Öğüt

Şairlerin Vasiyetleri


ŞAİRLERİN VASİYETLERİ

'Miras Dediğin Böyle Olur' başlıklı bir gazete kupürü hatırlıyorum. İngiltere'de Terry Oxley adındaki bir çiftçi ölüm döşeğinde iken avukatını çağırarak vasiyetini yazdırır. Yıllardır yaşadığı kasabanın Kraliyet Eski Muharipler Kulübü'nde, doktorların karşı çıkmasına karşılık her gün 4 litre bira içen çiftçinin bıraktığı vasiyete göre kulüp barmeni, Terry'nin arkadaşlarına her hafta toplam 35 bardak bira verecektir. Ölümünden sonra meyhane arkadaşlarının 'ruhuna' bira içmeleri için bıraktığı 30 bin sterlin ile 571 gün bira içecek olan arkadaşları bu vasiyeti eminim ki zevkle yerine getirmişlerdir.
Ya şairler, şairlerin vasiyetleri nasıldır diye hiç düşündünüz mü? Bunları ikiye ayırmak mümkün. Birinci grupta unutulmak istemeyenler, ikinci grupta da son derece ilginç vasiyetlerini şiirleştirenler var.
Behçet Necatigil, Ölümden Sonra şiirinde:


Bu benim yazdıklarım
Kendi halim mi sade
Yaşadığım çevreden
Bir ses kalsın istedim
Şu koskoca dünyada


derken, Turan Dursun, Ölürsem şiirinde:

......
Ben de ölürsem eğer,
Ey "aydın cemaat"!
Lütfen öldürme beni!
Lütfen!

Aşık Veysel:

Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın

demekteler. Günümüz şairlerinden de unutulmayı istemeyenler var. Fatin Hazinedar Acemi şiirinde:

.......
Yalnız bırakıp da
İkinci kez öldürmeyin beni
Mezarıma sadece menekşe dikin
O toprağa alışkın
Bense acemi.

Sezer Özşen, Anıltı şiirinde:

........
Gün gelip yuvarlanırsam
Tepeden aşağı
Adım böyle bir şiirde anılsın

mısralarıyla unutulmama isteklerini şiire getirmişlerdir. Peki ya diğerleri:

Örtmeyin mezarımı
Yıldızları seyretmeye
Doyamadım ömrümce

diyen Ertan Adalı'nın;

Doktor istemem annem gelsin
Yataklar denize atılsın
Çocuklar çember çevirsin
Ölürken böyle istiyorum

diyen Sezai Karakoç'un;

Ölürsem eğer
açık koyun balkonu
çocuk portakal yese
görürdüm balkonumdan.
Orakçı ekin biçse
duyardım balkonumdan
...........

diyen Lorca'nın yanı sıra çok daha ilginç vasiyetler de vardır. Ömer Hayyam:

Kaderin elinde boynum kıldan ince
Tüysüz kuşa dönerim ecel gelince
Yine de toprağımdan desti yapın siz
Dirilirim içine şarap dökülünce

Aziz Nesin:

Ölünce yaşamalıyım
Defne yapraklarında
Sakın ola ki silahlarda değil.

Sunay Akın:

.....
Hayırsız oğluyum babamın
bir parka
dikilirse bir gün şairlerin heykelleri
benim yerim boş kalsın
ve payıma
hayırsız ada açıklarına
bir şamandıra bırakın

Wolfgang Borchert:

Ben ölünce
Hiç değilse
Bir fener olsam
Solgun gecelerini
Aydınlıklara boğsam

Bir diğer şiirinde yine Lorca;

Ölürsem bir gün
beni gitarımla gömün
altına kumun
....
Ölürsem bir gün
beni bir fırıldağa gömün
gömün de görün.

Dikkat ederseniz bu şiirlerin ortak bir özelliği var. Bu şiirlerdeki vasiyetlerin hiçbiri gerçekleşmemiştir. Daha doğrusu gerçekleşemeyecektir. İşte bu tip vasiyetlerden biri daha; Piraye'nin kendisine yazdığı bir mektubu 'mısra ve kafiyeleştirip' şiirleştiren Nazım Hikmet; şu açıklamayı da ekler: "Senin yüreğini çalmışım karıcığım şiirlerini de aşırmağa hakkım var." Bu şiirdeki vasiyette de Piraye öldükten sonra yakılıp, külleriyle bir kavanozda, Nazım'ın odasındaki ocak üzerinde olmayı istiyor ve ekliyor:

Fedakarlığımı anlıyorsun
Vazgeçtim çiçek olmaktan
Senin yanında kalabilmek için

Ama Piraye'nin bir de şartı var, ölünce Nazım'ın da yanına gelmesini istiyor. Nazım'ın vasiyeti olan, Anadolu'da bir köy mezarlığındaki çınar dibinde yatma isteğinin gerçekleşmemesi gibi bu da gerçekleşmemiştir.
Şimdi soracaksınız; "vasiyeti gerçekleşen şair yok mu?" diye. Var elbette ki ama, siz benim var dememe pek sevinmeyin.

Vasiyetlerden, mezarlardan iğrenirim;
Ummam tek göz yaşı bile bu dünyadan ben,
diyen Baudelaire şunu ekliyor:
Cesedimin üzerinde keyifle gezinin.

Ne dersiniz, gerçekleşmemiş midir? Dilerseniz bir de Orhan Seyfi Orhon'un gerçekleştiğini iddia ettiğim vasiyetini okuyun:

Dostlarım anmayın adımı!
Siliniz gönülden eski yadımı!
Kırınız sonuncu itimadımı,
Ölünce bir kez daha beni aldatın!

Ya Cahit Sıtkı Tarancı, O da vasiyeti gerçekleşen şairlerden:

......
Gün gelince biz değil miyiz ölen?
Cenazemiz yerde kalmasın dostlar!

Eh, karga-tulumba, bir şekilde kaldırıldığımıza göre bunu da gerçekleşmiş sayabiliriz. İşi biraz ciddiye alırsak, vasiyeti gerçekleşen şairlerimiz de var elbet. Örneğin, Cemal Süreya. Şairin 16 Dize adlı şiirinde belirttiği,

Gömmeden önce biraz gezdirin beni

şeklindeki vasiyeti, Sunay Akın tarafından gerçekleştirilmiş ve İstanbul içerisinde, mezarlığa götürülmeden önce biraz dolaştırılmıştır.
Bir diğer vasiyeti gerçekleşen şair de Şair Eşref'tir. O'nun vasiyeti de:

Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,
Gelmesin reddeylerim billahi öz kardaşımı
Gözlerini ebna-yi ademden ol rütbe yıldı kim,
İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı!

şeklindedir. İster inanın, ister inanmayın 1912 yılında ölen Şair Eşref'in mezar taşı, 1928 yılında çalınır. Eh, bunu da gerçekleşen bir kehanet olarak algılayabiliriz.
Bunca vasiyeti yazmamızın nedeni şair Orhan Veli'nin vasiyetidir. Ölümünün ardından Sabahattin Eyuboğlu'nun Mahmut Dikerdem'e yazdığı mektupta şunlar yazılıdır: "Yarın O'nu nereye, nasıl gömeceğimizi bilmiyoruz. Ailesi bize bıraktı. Rumelihisarı'na karar verdik.

Urumelihisarı'na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:



Hastanenin imamı benim Trabzon'dan sınıf arkadaşım çıktı. Bu sayede işler kolaylaştı. Dora (Erol Güney'in eşi) ve Mualla (S. Eyuboğlu'nun kardeşi) içerde ağlıyorlar. Yaprak adına güzel bir çelenk hazırlandı."
Yani Orhan Veli'nin bu mısraları vasiyet kabul edilmiştir.
Bunca usta şairin arasından biraz yüzsüzlük biraz da torpil yaparak, kendi vasiyetimle bu yazıyı bitirelim:

Öldüğümde
İllaki bir mezar taşım olacaksa
Şu yazılsın isterim üzerinde
"Merhaba ölüm
Ölü'me merhaba!"