Orhan Veli'nin Bazı Fotoğrafları

Orhan Veli'nin Bazı Fotoğrafları

30 Aralık 2011 Cuma

HEYKEL


HEYKEL

Orhan Veli'nin ölümünün ardından arkadaşları, İstanbul Türküsü şiirini vasiyet kabul ederek, O'nu Rumeli Hisarı'nda Aşiyan Mezarlığı'na gömerler.
Otuz sekiz yıl sonra yapılan Orhan Veli heykeli de sahildeki küçük parka konur. Elinde bir kitap tutan şair, Boğaziçi'ni seyretmektedir ve hemen arkasında da bir martı vardır. Kimi zaman deniz kenarında el ele yürüyen sevgilileri, kimi zaman gecenin karanlığını yırtarak geçen araba farlarını, kimi zaman da hemen önünde balık tutanları izlese de birkaç metre ilerisindeki boğazın sularında elini ıslatamamanın, denizin suyunu yüzüne çarpamamanın acısını duyar.
Asıl büyük acısı ise boğazda gördüğü yoğun deniz trafiğidir. Hele hele martılar gün geçtikçe azalırken, artan deniz kazaları...
Yıllardır gece-gündüz bir bekçi gibi izlediği boğazın sularında, yüreciğini ağzına getiren her kazadan sonra biraz da yağmurun yardımıyla gözyaşı döktüğü bile görülmüştür.
Denizi kim sevmez
Üstünde ve kenarlarında
Balık
Tutulduktan sonra.
Boğazın iki yakası olduğuna ve bu iki yakada daha çok balık tutan olduğuna göre, Orhan Veli'nin boğazı neden daha çok sevdiğini anlayabiliriz ve heykelin konduğu yerin seçiminin ne kadar doğru olduğunu... Yer doğrudur ama, heykel nasıldır? 1988 yılının eylül ayında Yeryüzü Kültürü Dergisi olarak çıkmaya başlayan Argos'ta Bardağı Taşıran Heykel'i anlatır İshak Reyna:
"Aşiyan'daki Orhan Veli anıtı işini Geleneksel Türk El Sanatları'ndan bir hoca ile heykel bölümünden genç bir doktora öğrencisinin alması bana önemli görünmüştü. Belediye'nin projelere açtığı bu işte istenen klasik, figüratif bir heykeldi. Heykel bölümü doktora öğrencisi Aydın Aşkan 'şartlar ve sınırlamalar' olarak tanımlıyordu bunu. (Doğrusu non-figüratif olmaması dışında epey esnek bir 'sınırlamaydı' bu bence. Hele yapım işi kabul edilmişse, bu bir mazeret bile oluşturamazdı)"
Oturduğu yerde sol dirseğinden destek alarak biraz arkaya yaslanmış, sağ elinde bir kitap bulunan ve sağ ayağını sol ayağının üstüne çaprazlamış bir heykeldir yapılan. Ne var ki İshak Reyna'nın yazısından da anladığınız üzere pek öyle olmamıştır. Biz işin erbabına bırakalım kalemimizi, sonra yine lafa karışırız ne de olsa:
"Figürün arkasında sağdaki sütunun üzerinde ise Orhan Veli'nin şiirlerinden fırlamış bir 'martı kuşu' vardı. Yine Aydın Aşkan'ın dediğine göre ayaklar, açık kitap ve martının kanatları arasındaki uyumun heykeli dinamikleştireceği düşünülmüştü. Ama bütün bunlar galiba yalnızca düşünülmüştü. Çünkü ortaya çıkan bambaşka bir şeydi: Birincisi, oturduğu ve geriye doğru hafifçe kaykıldığı düşünülen bu heykel, altındaki taşa oturmamış, daha çok düşerken havada yakalanmıştı. Üstelik atölye koşulları yüzünden geçirdiği mutasyon Orhan Veli'nin vücudunun çeşitli yerlerinde tuhaf uzamalara yol açmış, kendisi eklem yerleri biraz garip hareket eden bir vitrin mankenine dönüşmüştü.
İkincisi, heykelin bazı bölgelerinde elbisenin içinde bir vücut olduğu, bazı bölgelerde ise, tersine, vücudun üstünde bir elbise olduğunu anlamak tamamen insanın hayal gücüne bırakılmış. (Örneğin O. Veli'nin beli ile dizleri arasında pantolon giydiğini gösteren herhangi bir ibare yoktu.)
Orhan Veli'nin beli ve sırtı ise, o bacak uzatışa ve geriye kaykılışa dayanamayarak tutulmuş; boyun, içindeki vücutla nasıl bağlandığı meçhul elbiseden muhtemelen ancak gömlek giydirilmiş bir kertenkelenin becerebileceği bir hareketle fırlayıp, hafifçe yana yatmıştı.
Orhan Bey'in atölyedeki sanat atmosferi yüzünden ağır bir raşitik hastalık geçirdiği anlaşılıyordu. Ancak, şairin body çalışmalarını bir hayli ilerletmesine rağmen bu sporu neden lokal olarak uyguladığı bir muamma olarak kalıyordu.
Bu arada kendisinin ince ve zarif parmakları biraz irileşmiş; eller, el ile ayak arasındaki oran meçhul kılınıp o azıcık iri postalı ayaklar kadar azmanlaşınca da kitap bu dolma parmaklı elin içinde kaybolmuştur. Ayrıca bu devasa el ve ayaklarla kafanın uyumu da hoştu ama, doğrusu oran konusunda hiçbir şey sol kola 'boy ölçüşemezdi': Geriye kaykılıp dirseğinizi arkanızda bir yere destek olarak yaslamaya kalktığınızda dirseğin ancak belin üstüne kadar inmesi gibi anatomik bir engelin varlığı kötüydü tabii. Ama bu anatomik engel heykeltıraşlarımızın insanüstü çabaları sayesinde giderilince dirsek kalçanın altına inmeyi başarmış, kolun dirsekten aşağı kısmı da baldırların ortasına kadar uzanabilmişti.
Yüzde ise, sol gözün olması gereken hizanın 'biraz' dışına taşması; verilmek istenen hafif hüzünlü ifade içinse dudağın kıvrılmasının alt dudaktan bir parça alınarak, gözlerin ise devrilerek sağlanmasının dışında bir araz yoktu. (Bu haliyle Orhan Veli anıtının yüzünde olsa olsa bu garip pozisyonda zorla modellik yaptırılan bir insanın acısı okunuyordu...)
Arkadaki O'men 2 filminden fırlamış bir kuzgunu daha iyi temsil eden 'martı kuşu'na gelince: O da üstüne tünediği o garip sütunun tepesinden Orhan Veli'ye doğru atağa geçip tam 'gözbebeklerini temsil eden iki delikten başka' yüzünde yeni bir delik açmayı planlarken 'yakalanmıştı' galiba (ister istemez bu ifade de Orhan Veli'nin yüzüne yansıyordu.)"
Bundan sonraki heykeltıraşlara verilen anatomi dersleri geçelim ve biz Orhan Veli'ye dönelim. Efendim, İshak Reyna'nın bilmediği ve belki de bilemeyeceği başka hatalar da vardır heykelde. Neler mi? Orhan Veli'yi tanıyanların fark edebilecekleri hatalar.
Arkadaşları Orhan Veli'nin iyi giyinmeyi sevdiğini söylerler. Gerçekten giyim, kuşamına dikat ederdi ama, parasız kaldığı zamanlarda da ilk gözden çıkardığı şeyler arasında bu elbiseler olurdu. Yaprak dergisininin bir sayısını çıkarabilmek için paltosunu satmış ve kış ortasında ceketle kalmıştır. İşte buna benzer bir olayı da Melih Cevdet anlatır: "Sattığı yer hep aynı eskici olurdu. Hergele Meydanı'ndaki bir eskici. Tatlı bir anım var onu anlatıvereyim. Bu giysilerin pantolon paçaları dardı elbet, Orhan'ın beğenisine uygun olarak. Bir gün gene bir giysisini götürdüğünde, eskici, 'Beyim, bir dahaki sefere paçaları bol tut, çünkü satılmıyor dar paçalı olduğu için' demişti."
15 Ağustos 2000 tarihli Milliyet gazetesinde "Orhan Veli'nin ölümünün 50. yılındayız. Ama, 2000 yılının yarısını geride bıraktığımız halde herhangi bir anma programına rastlamadık. herhalde mevlit mantığıyla şairin öldüğü Kasım ayı bekleniyor!" diyen Sunay Akın, elinizdeki bu kitabın sonbahar yapraklarıyla önüne düşmesini umduğunu da ekliyor.
Aylarca elimdeki 'Orhan Veli Arşivi' ile bir sergi yapabilmek için uğraştım. Gittiğim tüm kapılarda hoş karşılanmış ama, "ama ...." nokta noktalarda değişen bahanelerle kapılar ardımdan kapanmıştı. Hatta bir gazeteye önerdiğim yazı dizisi de henüz telefon tellerindeyken yazın sıcaklığıyla sararıp solmuştu. Kim bilir başka kimlerin çalışmaları da böyle başlamadan bitmiştir.
Sunay Akın'ın yazısına dönersek; heykeldeki adamın kim olduğunu sorguladığı bu yazıda, eğilerek heykelin üzerindeki pantolonun paçalarını katlamak isteğini uyandırır okuyucuda: "Orhan Veli'nin pantolon paçalarının kısa oluşunun nedeni babasıdır! Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nda şeflik yapan, Mehmet Veli Bey, pantolon paçalarının ayakkabıya kadar sarkmasından hiç hoşlanmazmış. Hatta şairin Ankara Lisesi'nden arkadaşı Oktay Rifat, bir kompozisyon dersinde kaleme aldığı yazıda, değindiğimiz paça sorununu ele almış ve Orhan Veli'nin evden çıkarken, pantolon paçalarını epey yukarı çektiğini yazmıştır. Şairin başına konan 'martı kuşu'nun da eksik edilmediği heykelinde pantolon paçaları, beğenisinin tam aksine oldukça uzundur!"
Yeri gelmişken 'martı kuşu'na da biraz değinmek gerek. Heykel yapıldıktan sonra, bir gün bu martı çalınır ve heykeltraşlar tarafından tekrar yapılarak aynı kayalığın üzerine uçurulur. 12 yıldır kanatları açık duran bu martıyı, en yorgun martı ilan edebiliriz ama, bu yeterli değildir. Aynı zamanda en ıslak martıdır da. Çünkü temmuz 1999'da bir balıkçı, hekelin arkasında bulunan martının 'abisini' yakalar. Evet, martıyı çalan kişi onu denize atmıştır ve sonunda bir balıkçının ağına yakalanmıştır o da. İşin garip yanı, bu olay yalnızca Kanal D Haber Merkezi'ne konu olmuştur.
Olay tıpkı Şair Eşref'in mezar taşının çalınması gibidir. Bir şiirinde
Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için
Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı
Gözlerim ebnay-i ademden o rütbe yıldı kim
İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı!
diyen ve Manisa, Kırkağaç'ta gömülü olan şairin mezar taşı, ölümünden 25 sene sonra çalınmıştır.
Sunay Akın'ın bir başka tespiti de şairimizin ayakları üzerinedir. Orhan Veli oturduğu zaman çoğunlukta ayak ayak üstüne atardı. "Heykelin yapıldığı günlerde Melih Cevdet Anday aranılır ve Orhan Veli'nin oturup kalkışına ilişkin sorular sorulur. Anday, arkadaşı Orhan Veli'nin otururken bacak bacak üstüne koymayı yeğlediğini belirtir. Oysa, heykele baktığımızda şairin bacak bacak üstüne atmadan oturduğunu görürüz. Orhan Veli'nin, Melih Cevdet Anday'ın dediği şekilde oturuşunu iki fotoğraf doğrular. Bunlardan ilki Sabahattin Ali'nin anlatıldığı, 1995'te yayımlanan Filiz Hiç Üzülmesin adlı kitaptadır. Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği'nde çekilen fotoğrafta Sabahattin Ali ve Orhan Veli arkadaşlarıyla birlikte poz verirler. Sağ elinde sigarasını tutan Orhan Veli'nin bacak bacak üstüne attığı görülür."
İki fotoğraf demiştir Sunay Akın ama, bir dizgi azizliği ile ikinci fotoğrafla ilgili olan bölüm gazeteye basılmamıştır. İkinci fotoğraf da Mina Urgan'ın kitabında yer almaktadır. Ne var ki, Mina Hoca anılarında Orhan Veli'nin bacak bacak üstüne atamadığını belirtir, Sunay Akın'a inat:
"Hava iyi olunca, Küllük denilen Eminefendi kahvesi toplantı yerimizdi. Şimdi Beyazıt meydanında oturulup bir çay içilebilecek tek yer olan caminin arkasındaki çınarlı kahveye kimseler rağbet etmezdi eskiden. Eminefendi kahvesine yalnız öğrenciler değil; ressamlar, yazarlar, şairler de gelirdi. Ankara'da olmadıkları zaman Orhan Veli, M. Cevdet ve Oktay Rifat ile orada buluşurduk. Orhan Veli'nin bacakları öyle ince ve öyle uzundu ki, alçak tahta iskemlesinin üstünde otururken, herkes gibi bacak bacak üstüne atmaz, bacaklarını birbirine dolardı."
Kuşkusuz Mina Hoca'nın yazısından da Orhan Veli'nin bacak bacak üstüne atma sevdası anlaşılıyor ama, biz Sunay Akın'a takılmalarımızı inatla sürdürürsek; "Ne gazetelerdeki o fotoğraflarda ne de ilk kez bu kitabın kapağında yayımlanan fotoğrafta, Orhan Veli'nin pantolonunun paçaları dardır" diyebiliriz. Kim bilir belki de Orhan Veli, eskicinin sözünü dinlemiş ve paçalarını bollaştırmıştır...
1937 yılında adına şiir yazdığı Montör Sabri'yi yıllar sonra bir ayağı kesilmiş olarak gören Orhan Veli, o sırada pantolonunun paçasını düşünmemiştir ama, Sunay Akın'ın yazısını
Dünya ne kadar tatlı ki binlerce kişi
Kolsuz ve bacaksız yaşayıp durmakta
dizeleriyle bitireceğini bilmiştir. Sırf bu yüzden "Asfaltın üzerinden bisikletle geçen kızın bacakları" ile de yetinmemiş ve Heykel adlı bu yazıyı bitirebilmem için, Dalgacı Mahmut şiirini yazmıştır:
Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem.

BURUNSUZ GALİP İLE MONTÖR SABRİ


BURUNSUZ GALİP İLE MONTÖR SABRİ

İngilizce'nin yanı sıra teknik İngilizce de bildiği için o yıllarda el üstünde tutulan Galip makine mühendisliğine kadar gidememiş, hayata atılmıştır. Orhan Veli'nin asker arkadaşıdır ve bu sırada Kürt Mehmet meyhanesinin adını sık sık duymuştur. Ankara'da iş bulduktan sonra soluğu burada alır. Mehmed Kemal'e göre sessizce gelir, masaların ucuna ilişir, gözleri ve sessizliğiyle dinlerdi. Hatta lafa karışmadığı için de dinlemediği sanılırdı. Bütün özelliği Orhan Veli'nin arkadaşı olmaktan ibaretti. Birisine "Galip?" diye sorulsa "hangi Galip?" denirdi. "Orhan'ın arkadaşı" olarak anılırdı. Zamanla isimler aranır O'na. Amerikan Galip, Sarhoş Galip, Burunsuz Galip... Burunsuz Galip aşağı Burunsuz Galip yukarı olur sonunda.
Kendisinden arkadaşları hakkında bilgi isteyen polise "ben namussuz muyum? Ben arkadaşlarımı satar mıyım?" diyen Burunsuz Galip polis tarafından fişlenir ve Komünist Galip olur. Bu yüzden iş bulamayacak hale gelir.
Arkadaşı Burunsuz Galip'i şiirlendirmeyen Orhan Veli, şiirlerinde sık sık halktan insanlara rol verir. Örneğin:
Kimimiz Ahmet Bey,
Kimimiz Ahmet Efendi;
Ya Ahmet Ağayla Ahmet Beyefendi?
ya da:
Ne tuhaftır Ali Rıza ile
Ahmedin hikayesi!
Biri köyde oturur,
Biri şehirde
Ve her sabah
Şehirdeki köye gider,
Köydeki şehire.
Bir de Montör Sabri vardır. Melih Cevdet bu şiir için şunları söylüyor:
"Orhan Veli, fakir fukara ile, boyacılarla, garsonlarla, işçilerle gerçekten dostluk ederdi. Harpten önce bir gün fakir bir işçi ile tanışmıştık: Montör Sabri. Sarhoştu, koltuğunda iki okka ekmek vardı. Boyuna evine geç kaldığından bahsediyor, ama bir türlü evinin yolunu tutamıyordu. Ertesi gün Orhan 'Montör Sabri' şiirini yazdı. Geçen yıl Orhan'ı bir lokantada gördüm. Yanında ayağı kesik bir adam vardı. Tatlı bir muhabbete dalmışlardı. Orhan beni görünce Montör Sabri'yi tanımadın mı? dedi."
Mehmet Kemal de anılarına alır Montör Sabri'yi ama, bu da Orhan Veli'nin şiiri sayesindedir:
"Montör Sabri'yi o yıllarda Kürdün Meyhanesi'ne giden bütün sanatçılar tanırdı. Orta boylu, kumrala çalan saçlı, göçmen görünümünde bir işçiydi. İmalat-ı Harbiye fabrikalarında montördü. Meyhaneye gelir, geç saatlere kadar içer, sarhoş olur giderdi. Bazen de yine barların bulunduğu caddede geç saatlerde koltuğunun altında eve götüreceği nevalesi ya da ekmeğiyle görünürdü. Montör Sabri'yi hepimiz tanırdık ama, şiirini adıyla sanıyla Orhan Veli yazdı."
İşte Montör Sabri:
Montör Sabri ile
Daima geceleyin
Ve daima sokakta
Ve daima sarhoş konuşuruz.
O her seferinde,
<<Eve geç kaldım>> diyor.
Ve her seferinde
Kolunda iki okka ekmek.


SALAH BİRSEL'İN GARİP YANI


SALAH BİRSEL'İN GARİP YANI

1941 yılının nisan ayında Nisuaz'da tanışırlar, Orhan Veli ile Salah Birsel.

O yıllarda İstanbul'a geldiği zamanlarda mutlaka Nisuaz'a uğrardı Orhan Veli. İşte o günlerden birinde de Salah Birsel'le salonun sağındaki kasanın önündeki masada oturup konuşurlar.

Salah Birsel, ilk gördüğü zaman Orhan Veli'yi "zeka gerisi" zanneder. Uzun mu uzun boyu, hallaç pamuğu gibi atılmış yüzü, sarkık dudağı ve bobstil giyinişi yüzünden böyle düşünür ama, kısa bir süre sonra "kazın ayağının öyle olmadığını", konuştukça O'nun "yaldır yaldır bir zeka taşıdığını" anlar.

Buna rağmen Orhan'a kızmasının iki nedeni vardır; birisi "Orhan Veli, karşısındakine büyük bir değer veriyormuş gibi davranırken, cümlelerin altına kendi propagandasını sokuşturmaktan da hiç geri kalmıyordur." Hatta bu yüzden O'nun sözlerine kapılmamak gerektiğini bile söyler. Diğer neden de Orhan Veli'nin verdiği bahşiştir. 30 kuruşluk kahve için verdiği bahşişle kendisinin bir yılı denkleştirebileceğini düşünür. Ama kızmasının nedenleri bunlar değil, Nisuaz'ın piyasasını bozmuş olmasıdır. O'na göre Orhan'ın böyle büyük bahşişler dağıtmasının nedeni "Para ödeme zamanlarında kasadaki kaknem karının kulağına 'Artist' sözcüğünü fıslar, kahve ya da çayın yarı parasını öderler. Kimi zaman da hiç bir şey içmeden çıkıp giderler."

İşin aslı tanışmadan önce de Orhan Veli'yi yakından takip ederdi Salah Birsel. Örneğin, Nurullah Ataç'ı "Orhan Veli'yi üne kavuşturmak için elinden geleni ardına koymamakla" suçlar. Hatta Mehmet Ali Sel'in Orhan Veli'nin takma adı olduğunu bilmediğini bile tespit eder. Hepsinden önemlisi Hay-kay'ları yıllar önce başkası da yazmıştır. Fikret Adil'in çıkardığı Artist dergisinde Mehmet Raif, Hayku ismiyle şiirler yazmıştır. Bu şiirler hiç bir yankı uyandırmadığı için de Mehmet Raif başka hiç bir dergide görünmemiştir. "Ataç da Mehmet Raif'in ardından koşacak değil ya, Orhan Veli'yi pehpehlemeyi daha kolay bulmuş ve onu bu kez Haber gazetesinin 24 Aralık 1937 sayısında asıl şiir yazan ozanlar katına çıkarmıştır."

Ataç'ı dergileri yeterince izlememekle eleştireceğine bu gibi basit çirkinliklerle eleştirme hatasına düşen Salah Birsel, Orhan Veli'ye de aynı şekilde davranır: "Orhan Veli adını üne kavuşturmak için geceyi gündüze katarak planlar düzer. Bu planlar kimi zaman Kadıköy Halkevinde yaptığı konuşma sırasında masanın üstüne boylu boyunca uzanmak, kimi zaman da Ahmet Hamdi ile Sarıyer'e kayık safasına çıkmışken kayığı devirip denize düşmek biçiminde sonuç verir. Hele Orhan Veli bu ikinci türünden olanların gerçekle ilgisi olmamasına aldırmaz, sadece gazete sütunlarında yer almasına dikkat eder.

Kısacası, Orhan Veli gemisini yürütmeyi bilir. İstanbul'a her ayak bastığında hemen Şevket Rado, Vala Nureddin, Nizamettin Nazif gibi fıkra yazarlarını yoklar, kendisi üzerine bir yazı yazdırmadan onların yakasını bırakmaz. Uydurma kayık safası haberinde yanındaki kişinin herhangi biri değil de Ahmet Hamdi Tanpınar olarak gösterilmesi de Orhan Veli'nin planları nedenli ince hesaplara dayandırdığını ortaya koyar."

Hangi tarafından tutarsanız tutun, tutarsız olan bu söylemlerden, Salah Birsel'in Orhan Veli'yi sevmediğini düşünenler çıkabilir. 'Doğru' ya da 'yanlış' diyemesek de 'önem verirdi' diyebiliriz. Bunun en güzel kanıtı 1941 yılında Salah Birsel'e yazılmış bir mektupta görülür: "Mektubunuzu ve Orhan Veli'nin Garip adlı eserini aldım. Bugün benim için bayram oldu. Garip çok güzel. O benim kitabım oldu. Ve ben onu parasız herkese dağıtmak gibi bir his duyuyorum. Bir gün limanda veya istasyonda kucağımda bir yığın Garip olduğu halde beklesem. Ve yeni çıkan yolculara bu şehrin insanlarını tanımaları için birer tane versem. Ondan herkeste olsa. Bende olduğu gibi... Emin ol Salah, şiirden hiçbir zaman, bugünkü kadar bahsetmedim. Ve beni bugün saat 4'te caddeden bir çocuk gibi koşarak, hatta zıplayarak geçtiğimi görenler garip buldular. Evet artık ben Garip'im. Süleyman Efendi'yle akrabalığımız anadan geliyor."

Salah Birsel'in Garip'i gönderdiği yani bu mektubu yazan kişi Rüştü Onur'dur. 1920'de doğan şair 18 yaşında ince hastalığa yakalanır. Hastanede, tifodan yatan Mediha Sessiz ile tanışır. 5.8.1942'de nişanlanırlar ama, 12 Kasım'da Mediha ölür. Zaten hasta olan Rüştü iyice sarsılır ve 1 Aralık gecesi, henüz 22 yaşındayken, ciğerlerinden fazla kan gelmesi nedeniyle boğularak ölür. Rahatlık adlı şiirinde:

Beni rahat bıraksa,
Toprağın altında kertenkele
Kabuğun içinde kurt
Ve uyusam
Mavi bir deniz ortasında başım.

diyen Rüştü Onur, Ortaköy Mezarlığı'nda boğazın mavi sularına karşı, nişanlısının yanına gömülür.

Orhan Veli'den daha kısa olan yaşamında yazdıkları O'nun ne kadar çağdaş ve ileriyi gören bir insan olduğunu ortaya koyar. Örneğin, 19.2.1940 tarihli bir mektubu şöyledir: "Ben daracık kalıplar içinde kalacak değilim. Hem ben hece ile yazarken bile şekli unuttuğum çok olmuştur. Bugün öz sanat Cahit Sıtkı, Sabahattin Kudret, Cahit Saffet, Orhan Veli ve arkadaşları, hatta Ahmet Muhip gibi genç elemanların elinde olgunlaşacaktır."

Sen adlı şiirinde de isim vermeden Orhan Veli'ye gönderme yapar Rüştü Onur:

Yağmur ol, bulut ol, şarkı ol
Yalnız esirgeme kendini bizden.
İçinde yüzdüğün denizden
Daha derindir gecemiz

Ve 22.6.1939 tarihli bir başka mektubunda da Necati Cumalı'ya, Orhan Veli gibi yazmaya çalıştığını anlatır:

"Mektubunuzda Orhan Veli'lerden bahsediyorsunuz. Evet onları derin bir alaka ile takip ediyorum. Varlık'ta onların ilk yazılarını okumaya başladığım zaman bana bilmediğim iklimlerin kapısı açılmış oldu. Onların yazılarındaki samimiyeti ve onların yazılarındaki yeni tadı daha ziyade hayranlıkla karşılıyorum. Birçok kişiler onları basit buldular, fakat onların hepsi yanıldıklarını anlayacaklardır. Ben de o yolda yazmak istedim. Birkaç parça da yazdım. Fakat tabii yazılarım onların ki gibi samimi olmadı. Senin de o yolda yazılmış birkaç şiirini okuduğumu sanıyorum. Mamafih gene göndermeni isterim. Kemal (Uluser) de bir kaç tane yazmıştı galiba."

Beşiktaş'ta Rüştü Onur
Manavlığın gururudur.

der Özdemir Asaf. Aynı zamanda Garipçilerin de gururudur Rüştü Onur ve "O'nu bugün, şiirleri - mektupları - ardından yazılanları derleyen Salah Birsel'in sayesinde biliyoruz" dersek yanılmış olmayız. (Rüştü Onur, Hazırlayan: Salah Birsel, 1.Basım:1956 - Yeditepe Yayınları, 2.Basım: 1992 - Karşı Yayınları)

Orhan Veli 18.7.1946 tarihli Ülkü dergisinde, Muzaffer Tayyip Uslu'nun ölümünden sonra yazdığı yazıda Rüştü Onur'u unutmaz: "Son yıllarda Zonguldak üç büyük istidat yetiştirdi. Biri Rüştü Onur, biri Kemal Uluser, biri de Muzaffer Tayip Uslu. Ne biçim kader üçü de arka arkaya öldüler."

Bence, Salah Birsel'in ömründe yaptığı en önemli iş, bu kitaptır. Ve 1976 yılında yayımladığı Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu adlı kitabındaki şu düşüncesinin, yıllar öncesinden onaylanmasıdır: "Şu da bir gerçek ki şiirin ayağına köstek olan uyağı iyisinden atmak, şiirin alanını alabildiğine genişletmek bakımlarından Orhan Veli, şiirimize çok şey katmıştır."

Benden size bu kadarı
Öleceğiz şairler öleceğiz
Orhan Veli gibi sokakta
Düşüp tükeneceğiz.

Salah Birsel'in Bildiri adlı şiirine konuk olan Orhan Veli, O'nunla son kez İstiklal Caddesi'nde, Galatasaray Lisesi'nin önünde karşılaşır. Salah Birsel ile yanındaki Cahit Sıtkı'yı Lambo'ya şarap içmeye çağırır: "Cahit Sıtkı sevinerek kabul eder bu öneriyi. Birsel de onlardan ayrılmak istemediği için Lambo'nun yolunu tutar. Orada da üçü birden kurşun gibi ağır bir şarabı, kuşluk vakti midelerine indirirler. Bu Nisuaz döneminin son bulmaya başladığı yıllardır. Orhan Veli de 1950 yılında ölebilmek için son hazırlıklarını yapmaktadır."

Salah Birsel de son hazırlıklarını tamamlamış olmalı ki aramızdan ayrıldı. Hem de Orhan Veli'nin ölümünden sonra ancak altı yıl oyalanan Cahit Sıtkı Tarancı'nın Korkunç Güzel şiirine hiç aldırmadan...

Bu el titremesi kadeh tutarken
Gençlikte nasıl koyuyor insana
Orhan gibi vaktinde gitmek varken
Değer mi oyalanmana?

Nazım Hikmet'in "Kerem Gibi" şiiri- "Nazım Hikmet Orotoryosu, Müzik: Fazıl SAY, Seslendiren: Genco ERKAL"



Nazım Hikmet'in "Nazım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hala" şiiri- "Nazım Hikmet Orotoryosu, Müzik: Fazıl SAY, Seslendiren: Genco ERKAL"