Orhan Veli'nin Bazı Fotoğrafları

Orhan Veli'nin Bazı Fotoğrafları

29 Aralık 2011 Perşembe

TARTUFFE


TARTUFFE

Bir dönem çeviri yaparak para kazanan Orhan Veli, Milli Eğitim Bakanlığı Dünya Edebiyatından Tercümeler dizisinde Fransızca'dan çeviriler yapar. Fakat "Reşat Şemsettin vekil olunca, Maarifte antidemokratik bir hava esmeye başladı. Bunun üzerine istifa etmek mecburiyetinde" kalır.
Milli Birlik adlı gazete birinci sayfasında Orhan Veli'nin yarım yamalak bildiği dillerden çeviriler yaptığını yazar. Buna karşılık Orhan Veli cevap verme hakkını kullanarak bir yazı yazar. 1 Nisan 1947 tarihli gazetedeki tekzibi şöyledir:
"Olabilir o dilleri hiç de bilmeyebilirim. Kelimeleri öğrenmek için lügate bakarım, cümle teşkillerini anlamak için ötekine berikine sorarım, ama gene de tercüme ederim. Tenkid etmek isteyenler alırlar o tercümeleri, asıllarıyla karşılaştırırlar, yanlışları bulurlar, kötü yerleri varsa tespit ederler, gösterirler. Ellerinden gelirse daha iyisini yaparlar. Tenkid eseri tenkidle olur; hiç tanımadığı bir şahsın hiç bilmediği hususiyetlerini ileri sürmekle değil. Herhangi bir dili çok iyi bilir diye tanınmış bir zatın tercüme ettiği bir eser yanlışlarla dolu olsa bu eseri, o zat dili çok iyi bilir diye hoş mu göreceğiz?"
Bundan başka, bir ders kitabına şiirinin alınmış olmasından tutun da bir başka kitabında açık saçık şiirlerin olmasına kadar getirilen eleştirilere güzel yanıtlar sıralar Orhan Veli. Ders kitaplarına girmenin kendisi için hoş bir şey olmadığını, ders kitabındaki yazısının öğrenci için ne kadar sevimsiz bir şey olduğunu kendi öğrencilik yıllarından bildiğini söyleyerek ekler: "Yazılarımı okuyacak olanların onları bir zorlamayla değil, arzu ile okumalarını isterim." Açıklık, saçıklık konusunu ise açık-seçik yanıtlar: "Bu kitabı çocuklara okutmaları şart değil. Sanat meselesi ile ahlak meselesinin birbirinden ayrı şeyler olduğunu öğrenememiş bir Türkçe öğretmeninin kitabımı değil okutmak, eline bile almasına gönlüm razı olmaz. Ne okusun, ne de okutsun. Yalnız, hocanın talebelerine okutacağı kitapları seçmekte hayli güçlük çekeceğini sanıyorum. Aşk-ı Memnu'da bazı sahneler vardır. Eserin kahramanı olan genç kadın ayna karşısında soyunup çıplak vücudunu seyreder. Bu sahne sayfalarca anlatılır. Bir başka yerinde de romancı, kadınların kendi aralarındaki muaşakalarını tasvir eder. Peki, ne olacak şimdi? Mektep kitabına Halit Ziya'dan parçalar alamayacağız, çocuklara onun kitaplarını okutamayacağız demek. İyi ama, gürültüye giden yalnız Halit Ziya mı? Öbür edebiyatçılarımızda da böyle şeyler yok mu? O halde onları da okutmamak lazım. Mesela baştan başa erkek aşkıyla dolu olan Divan şiirimizin adını bile anmamalıyız. İyi! Kitap okutmamak için yeni bir çare bulundu demektir."
Nahit Hanım;
"Çeviri yapmayı bazen sevmezdi. Acele ya da belli bir tarihte yetiştirmek zorunda kaldı mı sevmezdi. O en çok sözleri, sözcükleri, kelimeleri ve dilini severdi... Şiirlerinde olsun, çevirilerinde ya da düzyazıda olsun dil çok önemliydi O'nun için. Klasik, sağlam bir dil bilgisi vardı. Kelime seçiminde çok titizdi. Yalnız yazarken değil, konuşurken de öyle. En çok yaşayan dili, herkesin anladığı dili sever ve kullanırdı. Deyimlerle söylemeyi çok iyi bilir ve çok severdi. Müthiş bir hafızası vardı. Yaptığı çeviriler arasında en çok Musset'yi çevirmekten hoşlandı."
dese de Moliere'in dört oyununu (Tartuffe, Sicilyalı Yahut Resimli Muhabbet, Versailles Tuluatı ve Scapin'in Dolapları) Türkçe'ye çevirdiğinden yola çıkarak Moliere'in de O'nun hayatında özel bir yeri olduğunu ekleyebiliriz. Hele hele Tartuffe'ün... Mayıs 1953 tarihli Türk Yiyatrosu Dergisi'ndeki, Tartuffe'ün Molyer'in Hayatındaki Yeri adlı yazı biraz da Tartuffe ve Moliere'in Orhan Veli'nin hayatındaki yeri olarak görebiliriz. Aşağıdaki yazı, Adam Yayınları'ndan çıkan Orhan Veli'nin Bütün Yazıları adlı kitaba alınmamıştır. Bir dahaki baskıya eklenmesini ümit ederek o satırlara geçmeden önce, biraz önceki tekzibin son paragrafını da sizlere okutmak istiyorum:
"Yazınızın bir yerinde de benim büyüklerle dost olduğumdan bahsediyorsunuz. Bunu söylemekle de çok ayıp ediyorsunuz. Ben büyük adam diye kimse tanımıyorum. Bir yurttaş olmak sıfatıyla herkes kadar ben de büyüğüm. Cumhuriyetle idare edilen bir memlekette, üstelik halkçı bir memlekette, herkesin birbiriyle eşit olduğunu unutmamanızı rica ederim."  

       





TARTUFFE'ÜN MOLYER'İN HAYATINDAKİ YERİ

Moliere'in hayatını üçe ayırırlar: Birinci devre, gençlik devresi. Paris'te geçer (1622-1645). Fikri terbiyesi bakımından en mühim mesele budur. İlk klasik tahsilini Clermont kolejinde (bugünkü Lycee Louis-le Grand), Cizvit papazlarının yanında yapan genç Poquelin sonradan Gassendi'den felsefe dersleri alır. Bu iki zıt tesir, bir taraftan Cizvit papazlarının mistik terbiyesi, öbür taraftan Gassendi'nin maddeci, epikürcü filozofisi Moliere'in kafasında birtakım muvazenesizlikler, birtakım şüpheler uyandırır. Bunlar bir adamın hayatından bahsederken söylenen beylik sözlerden değildir. Onu bir nevi imansızlığa götürecek olan o şüpheyi Fransız edebiyatı tarihiyle uğraşanlar, Tartuffe piyesinin Moliere'in ruhundaki ilk tohumları sayıyorlar. Bu devrenin Moliere'in yetişmesinde hissesi olan öteki tesirlerini -belki de bunlar daha esaslarıdır- Tartuffe bahsiyle alakalı görmediğim için geçiyorum.
İkinci devrede Moliere'in hayatı taşrada geçer (1645-1658). Bunu sönük bir devre sayıyorlar. Kralın huzurunda bir temsil verip, ondan heyeti ile beraber, Petit-Bourbon salonunda yerleşme müsaadesini alır. Çabuk göze giren kumpanyasına az zaman sonra Troupe de Monsieur ismini verirler. Ama Moliere'in ilk büyük muvaffakiyeti 1659 senesinde Gülünç Kibarlar komedyasını oynamak suretiyle kazandığı muvaffakiyetidir. Burada sanatkar hakiki şahsiyetini, hakiki yolunu bulmuş, dehasının ilk alametlerini burada göstermiştir.
Bunu takip eden senelerdeki birkaç muvaffakiyeti ona da, Racine'le Corneille gibi, birçok düşman kazandırır. Bununla beraber kralın himayesine mazhar olmuştur. Kral onu 1661'de sarayda kurulan tiyatronun başına geçirir, 1622'de Madeleine'in kızı Armande Bejart'la evlendirir, çocuğunu manevi evlatlığa kabul eder, emrine bir daire ayırır, Versailles'da Chambord'da, Saint-Germain'de verilecek temsillerin idaresi işini ona bırakır. Moliere sanatının en yüksek merhalesine bu senelerde yükselmiştir. Bu sıralarda yazdığı Tartuffe (1664), komedinin hiçbir zaman erişemediği bir mükemmeliyet derecesindedir. Buna rağmen büyük gürültülere sebep olur. Onu dine hücum etmekle suçlandırırlar. Kral, Moliere hakkındaki bütün iyi düşüncelerine rağmen, bu piyesin temsilinin yasak edilmesine karşı duramaz. Yasak beş sene sürer. Mücadele ile geçen bu beş sene içinde Moliere beş mükemmel eser daha yaratır:
Don Juan (1665), Adamcıl, Zoraki Hekim (1666), Amphitryon (1668), Cimri (1668).
Büyük müsaadeden sonra Moliere sadece eğlenceli piyesler, farslar, pastoraller, baleler yazar. Ömrünün sonuna doğru meydana getirdiği iki büyük eser, Bilgiç Kadınlar (1672) ile Hastalık Hastası (1673) müstesna, bütün komedileri bu müsaadenin verdiği sevinçle meydana getirilmiş hafif eserlerdir.
TARTUFFE MÜCADELESİ: Tartuffe'ün ayrı bir eser kadar güzel olan mukaddemesinde Moliere şöyle der:
"İşte hakkında çok dedikodu edilmiş bir komedi. Uzun zaman takibata uğradı. Bu eserde oynattığım şahsiyetler pekala gösterdiler ki kendilerini Fransa'nın en kuvvetli insanlarıdırlar. Şimdiye kadar bütün musallat olduklarımdan ziyade. Markiler olsun, precieuse'lerle boynuzlular olsun, tefe konmaya az çok tahammül ettiler; herkesle beraber, onlar da işin alayındaymış gibi göründüler, ama yobazlar, asla. İlkin bir korktular, nasıl olurmuş da cesaret edip onlarla alay edermişim, pek akılları almadı, bunca namuslu insanın mensup olduğu bir yolu nasıl kepaze edermişim. Öyle bir cinayetmiş ki yaptığım, dünyada affedemezlermiş. Hepsi bir olup ayaklandılar.
Piyesi dostlarımın reylerine arz ettim. Ötekinin berikinin tenkitlerini topladım. Yapabildiğim bütün tashihler, kralla kraliçenin hükümleri, piyesime huzurlarıyla şeref veren sayın prenslerin, muhterem nazırların takdirleri, eserimi faydalı bulan birçokları kamil adamın şahadeti, hiçbiri, hiçbiri kar etmedi."
İlk üç perde birinci defa olarak, 12 Mayıs 1664'de, Versailles'da, Ondördüncü Louis'nin Matmazel de La Valliere şerefine verdiği büyük müsamerede oynanmıştı. O kadar göze battı, bir takım insanları o kadar kuşkulandırdı ki kral eserin halka gösterilmesini yasak etmek zorunda kaldı. Bu hadise üzerine Moliere'in düşmanları ayaklandılar. Saint-Barthelemy rahibi Pierre Roulle, Ondördüncü Louis için bir methiye neşretti. Orada kraldan 'Ondördüncü Louis, krallar kralı' diye bahsediyor, Moliere'e de şiddetle saldırıyordu. Onu 'insan kılığına girmiş şeytan' diye anlattıktan sonra diri diri yakılmasını istiyordu. İşte o zaman Moliere krala bir arıza gönderdi. Aynı üç perde, ikinci defa olarak, 25 Eylül 1664'de Villers-Cotteret'de saray erkanına tekrar edildi. Netice yine menfi idi.. Moliere, bu sefer, sağda solda, kendisini koruyacak başka adamlar aradı. Cardinal Chigi'nin müsaadesiyle 29 ikinciteşrin 1664 ve 8 ikinciteşrin 1665 tarihlerinde eseri tamam, yani beş perde olarak, Paris civarındaki Raincy şatosunda, hamisi Prince de Conde'nin huzurunda oynadı.
TARTUFFE SAHNEDE: Tartuffe, meşhur müsaadeden sonra, sarayda ve ekabirin huzurunda, üstüste yirmi sekiz defa oynandı. Müellifinin sağlığındaki temsil adedi yetmiş yedidir. Moliere'e en çok para kazandıran piyeslerinden biri de budur. 1680'den 1932'ye kadar yalnız Comedie-Française sahnesinde 2256 defa oynanmıştır. Bütün dünyada en çok temsil edilmiş piyeslerin ön safında gelir. İsimlerini tarihe sadece Tartuffe oynayarak geçirmiş sanatkarlar vardır.
Tartuffe'ün, zamanında bu kadar gürültüye sebebiyet veren bir piyes olmasının sebebi, Moliere'in ondan evvelki komedilerindeki alayları, hicivleri yüzünden başına bela kesilen düşmanlarıdır. Bu düşmalar kralın mütemadi lütuflarına mütemadi şefaatlerine mazhar olan Moliere'e pek el uzatamıyorlardı. Böyle bir piyesi fırsat bildiler. Menfaatleri din dalaverelerine bağlı bir takım insanı, Moliere aleyhine ayaklandırdılar. 'Din tehlikede' diyorlardı. Allahın büyüklüğünü ve kilisenin şerefini muhafazaya memur 'Compagnie du Saint-Sacremnet' adlı gizli cemiyet Tartuffe'den bir tek satır bile okumamış binlerce insanı Tartuffe aleyhtarı yaptı. İşin kötüsü, bunların içinde Bossuet gibi Bourdaloue gibi aklı başında sanılan adamlar da vardı. Bourdaloue, 'Sermon sur I'hypocrisie - Riyakarlık üstüne vaiz' adlı eserinde Moliere'i insanları hak yolundan ayırmak cürmiyle suçlandırıyordu; diyordu ki: 'Moliere, dinsizliği değil, onu bahane ederek dini kötülüyor'. Oysaki, Moliere, büsbütün tersine, insanların kötü niyetlerinin en temiz hisleri bile nasıl berbat ettiğini göstermek istemişti. Zaten Moliere'in kastı şu bu insana değildi. Şahsiyetlerde tecelli eden adetlere, daha doğrusu kusurlara idi.

KİMİN YOLU?


KİMİN YOLU?

Yel değirmeninde ağartmadık bu saçları
Senin yolunda oldu ne olduysa
Türlü sefaletleri
Tatlı bir baş ağrısı gibi gezdirdik omuzlarımızda.
Orhon Murat Arıburnu'nun 1944'te yazdığı Dingili Bozuk şiirinde kimin yolundan gittiğini öğrenmek için, Orhan Veli'nin 1941'de yazdığı Sakal şiirine bakmamız gerek:
Değirmende ağartmadık biz bu sakalı!
"İlhan Berk de bu yolda yürümektedir" dersem, ne dersiniz? Önce şairin Kalem'ine bir bakın:
Mesela bilmiyorum ama bir şiirde
bir kadının ayakları suya değdi değecek şimdi

Yolu bir kenara bırakalım şimdilik ve bu kadının peşinden koşalım biraz:

Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
1947'den bu yana ayaklarından deniz eksik olmayan bu kadının kimliğini açıklamaya gerek yok sanırım ama, ısrar ederseniz "o bir Yalnız'dır" diyebilirim ancak. Özdemir Asaf'ın Yalnız'ın Durumları'nda bulabileceğiniz bir Yalnız:
Yalnız'ın
Nesi var, nesi yoksa
Tümü birdenbire'dir
Özdemir Asaf dil bilmez mi de Yalnız ile birdenbire'yi özel isim gibi kullanır? Kitaplarında dizgi hatasına bile tahammül edemeyen şairimiz, bu yüzden Yuvarlak Masa Yayınevi'ni açarak kendi kitaplarını kendisi basmıştır. Bu Yuvarlak Masa'ya oturursak; karşımızda Yalnız olarak Orhan Veli'yi görürüz, masanın üstünde de 1 Nisan 1950 tarihli Yaprak durmaktadır. Üşenmez de dergiye bir göz atarsanız Birdenbire'yi okuyabilirsiniz:
Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gökyüzü birdenbire oldu;
Mavi birdenbire.
Her şey birdenbire oldu;
Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan;
Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire.
Yemiş birdenbire oldu.
Birdenbire,
Birdenbire;
Her şey birdenbire oldu.
Kız birdenbire, oğlan birdenbire;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar...
Aşk birdenbire oldu.
Sevinç birdenbire.
Siz dergideki bu şiiri okurken, ben de Can Yücel'in kulaklarını çınlatıyorum yuvarlak masada. Birdenbire'lerle doldurduğu mısraların üstüne isim olarak Orhan Veli'yle ismini koyar şairimiz:
Birdenbire gece oluyor
Birdenbire bir genç ölüyor
Birdenbire bir ot bitiyor
Birdenbire otu koparıyor
Faili meçhul bir cinayet
Altından bir gelincik bitiyor
Bitmemecesine birdenbire
Kıpkızıl
Kendinizi dergiye fazla kaptırdıysanız, kafanızı kaldırdığınız zaman Orhan Veli'nin gittiğini göreceksiniz. Sakın şaşırmayın! Bu sefer karşınızdaki adam Cahit Sıtkı Tarancı'dır ve amacı sizi deli etmek değildir.
Gün olur ki ne gökyüzü para eder,
Ne deniz kenarı, ne bağlar bahçeler.
Gün olur ki ne kız ne rakı ne şiir,
Hiçbir şey insanı sarsmaz, kandıramaz;
Her çeşmeden boş döner elindeki tas.
Gün olur ki çıldırmak işten değildir.

Cahit Sıtkı gibi Ayhan Kırdar'ın da amacı deli etmek değildir. Bir Süre İçin adlı şiirini okursanız göreceksiniz:
Bir süre için bu düzen
Bu yeşeren topraktaki sevinç
-Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç-
Bir süre için
Bir süre için de olsa, Vazgeçemediğim'iz bir şeydir dünya:
Deli eder insanı bu dünya;
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç

Eh! toplum içinde kulaktan kulağa konuşmak ayıpmış ama, ne yapalım? Kulağınıza eğilip Özdemir İnce'den de bir kaç mısra okumamın sırasıdır şimdi:
Görünmez olarak düşledim kendimi,
bir masaya, bir pencereye, aynaya dönüştüm
ama gitmedim hiçbir yere,
bir bulut olarak düşledim kendimi
bir avuç yel, bir maşrapa dolusu yağmur
alıp başımı gitmedim ama;
kalmam gereken bu yerde kaldım.
Ne o pek dinlemiyorsunuz? Öyle olsun, siz Yuvarlak Masa'nın üzerini karıştırmaya devam edin. Orada Aile diye bir dergi bulacaksınız. Yıl 1947'dir. Açın sayfalarını açın, açın! Evet, şimdi okuyabilirsiniz:
Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.

Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürütüyle çıkar duman topraktan.

Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...

Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur, başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...
Sevgili okuyucu; Siz ki onlarca sayfadır Orhan Veli'nin hatırına bana katlandınız, şunu açıklamamda fayda var: Sizi deli etmek isteyen kişi aslında benim. Ben ki yıllardır Orhan Veli delisiyim, "birazcık başardıysam ne mutlu bana" derim. Ödülüm ise Özdemir Asaf'ın Yuvarlak Masa'sının üzerinde bulunan ve Benden Sonra Mutluluk adlı kitabının sayfaları arasında unutulan şu dizelerdir:
Sait Faik senin kalbin
"Benim kalbim bir gemidir,
Anadolu Hisarı önünde demirlidir"
Orhan Veli senin kalbin

İki yanı candarmalı Bayramoğlu'dur.

İbrahim Sadri "İstanbul'a Kar Yağıyordu" şiiiri...

Nazım Hikmet'in kendi sesinden "Japon Balıkçısı" ve "Kız Çocuğu" şiirleri...

,


Açıklama "KANIK'sadığım biri ORHAN VELİ"

Blog'umda kullandığım yazıların bir kısmı M. Şerif ÖZSOY'un "KANIK'sadığım biri ORHAN VELİ" adlı kitabındandır. Daha geniş, güvenilir ve sağlıklı bilgi için M. Şerif ÖZSOY'un kitabını almanızı tavsiye ederiz.

D'Lİ REŞİD HALİD


D'Lİ REŞİD HALİD

Ercüment Ekrem Talu; "yazı ve resim toplamaktansa, para toplamak daha iyi... Hatta aklını başına toplamak hepsine müreccehtir..." dese de Reşid Halid Gönç ölünceye kadar koleksiyonuna devam eder.
1892 yılında İstanbul'da doğan, İstanbul ve Fransa'da eğitim gören Reşid Halid Gönç'ün bu koleksiyonu imza, ithaf ve fotoğraf toplamaktı.
Koleksiyonuna Yusuf Ziya Ortaç ile başladığını söyleyen Reşid Halid, Mülga Telefon Şirketi'nde çalışırken tanıştığı ya da bulabildiği gazeteci, yazar ve karikatürcülerden koleksiyonuna katılmalarını rica ederdi. Bu günlerde pek çok zorluk yaşıyordu kuşkusuz. Bunlardan birini şöyle anlatır: "Resim ve yazısını almak üzere Ankara'da Dikmen'de oturan Aka Gündüz'ün evine gitmiştim. O günlerde Dikmen bomboş bir tarladan ibaretti. Bir bahçeden geçerken on-on beş kadar azılı köpeğin saldırısına uğradım. Elbiselerim param parça olmasına rağmen süratle koşarak bir elektrik direğine tırmanmasa idim, büsbütün parça parça olacaktım."
Elbiselerini koruyamasa da Aka Gündüz'ün kartını korur: "İşte size iki satırlık bir yazı ki, hayatım gibi manası yok..." diye yazmıştır O da ve tarih 21.5.1931'dir.
Bu saldırı ve türlü çeşitli diğer zorluklar nedeniyle olsa gerek Reşid Halid işinden istifa eder. Bir gazetede çalışmaya başlarsa bu koleksiyonu daha rahat yapabileceğini düşünerek, Sedat Simavi'nin başkanlığını yaptığı "Matbuat Cemiyeti"nin arşiv memurluğunda çalışmaya başlar.

Büyük bir özenle, aynı boyutta kestiği kartlara resim, imza ve ithaf yerlerini kurşun kalemle çizerek arkasına da şu notu düşerdi: "lütfen Reşid Halid yazınız"
Adındaki "D" harflerine gösterdiği özenden dolayı "D'li Reşid Halid" diye çağırılmaya başlanır. Kendisine "deli Reşid Halid Gönç" diyenlere hiç bir şey demezken, "Reşit Halit" diyenlere ve koleksiyonuna laf söyleyenlere yapmadığını bırakmaz.
Bab-ı Ali'nin büyük ilgisini çeken bu koleksiyona girebilmek için hırsızlık yapanlar da vardır. İsmail Sivri'nin kartından öğreniyoruz bunu: İlk kartı verdiğiniz gün, onu benden bir arkadaş çaldı. Her güzel şeyin çalındığına bir daha inandım. Bu kartı şimdi kimsenin çalmayacağını biliyorum, üstad."
Koleksiyona gösterdikleri önemi belirtenler hiç de az değildir. İşte Nail Güreli: "Hiç bir şey beklememecesine, bütün meşakkat ve sefaletini peşinen kabul ederek geldiğim Bab-ı Ali'de en büyük mükafatımı kıymetli koleksiyonunuza kabul edilmekle sizden almış bulunuyorum."
İşte Recep Bilginer: "Senin sabrın, benim ihmalimi yendi. Kim bilir, daha kaç kişinin benim gibi peşinden koşmuşsunuzdur, imzalarını almak için. İlerde bu çaba senin için değil, imzasını aldığın insanlara yarayacak."
Orhan Kemal gibi birebir ilişkilere önem verenler de vardır: "Henüz tanışmamış olmamız tuhaf değil mi?... Çoktandır haberli bulunduğum koleksiyonunuz, tanışıp bundan böyle merhabalaşmamıza vesile olsun..."
Çıkarları için yazanlar bunu açıkça belirtir, işte Burhan Arpad: "Reşid Halid Gönç'e, bir adet, Her Hafta mecmuası (sayı: 17) alabilmek için, arzusu üzerine iş bu satırlar kaleme alındı."
Parayı düşünenler de vardır, Ahmet Hidayet Reel gibi: "Hani bir Amerikalı muharrir varmış. Her yazdığı kelime için bir dolar alırmış. Meraklının biri, 'şuna bir dolar göndereyim. Bakalım ne yazacak?...' demiş. Amerikalı muharirden gelen cevap şu olmuş: 'mersi'. Ben de o Amerikalı muharrir gibi olsaydım, sizden beş - on para koparabilecektim."
Şakayı Hikmet Feridun Es gibi abartanlar da vardır: "Vallahi parasız yazı yazmak, borç para vermeye benziyor... Müsaade edin daha fazla kazıklanmayayım."
Geçirdiği bir kaza sonucu çenesinin kırılması ve ancak sola çarpık olarak kaynatılabilmesi Reşid Halid'i toplumdan uzaklaştırır. Biraz da huysuz biri olması nedeniyle genelde insanların arasına pek çıkmaz hale gelir. Hatta gazetede arşiv için ayrılmış olan odada, masaların üzerine serdiği gazete kağıtları üzerinde yatar, kalkar, örtünmeye çalışır.
Çenesinin bu hali, Aziz Nesin'in kalemine konu olur: "İkimizin de menfaatlerine aykırı olduğu halde, benim kafam, senin çenen aynı tarafa dönmüş. Mükemmel bir eser olan şu kıymetli koleksiyonun bana miras kalsın isterdim."
Edebiyatımızın en iyi kalemleri yazmada zorluk çekerler. "Haritada Bir Nokta" adlı öyküsünü "yazmasaydım deli olacaktım" cümlesiyle bitiren Sait Faik: "Yazı yazmak kadar güç, hiç bir şey yokmuş" derken, Nazım Hikmet: "Düşündüm, taşındım buraya hiçbir şey yazamadım. Bu cümleyi bile yazmak acaip geldi" diye yazar.
Feministlerle Reşid Halid'in başını belaya sokmayalım, koleksiyonda kadınların da imzaları bulunduğunu duyuralım. Sabiha Sertel, Peride Celal, Vasfiye Özkoçak, Kerime Nadir, Suat Derviş, Adviye Fenik gibi imzaların olduğu Gazeteciler Cemiyeti Yayınları tarafından 1984'te yayımlanan Reşid Halid Gönç'ün koleksiyonundan Bab-ı Ali'nin Hatıra Defteri'nin 1. cildindeki en eski imza 6.5.1925 tarihli Halide Edip Adıvar'a, en son imza da 3.5.1965 tarihiyle Deniz Banoğlu'na aittir.
Tüm bunların yanı sıra koleksiyonu gereksiz bir iş olarak görenlerin tarafında Ercüment Ekrem Talu tek başına değildir: "Muhterem Beyefendi, merakınızı delilik telakki edeceklerin çok olduğunu düşündünüz mü?" diyen Ahmet Haşim yanılmaktadır.
Çoğunluğun beğeni ve takdirlerini toplayan bu koleksiyon, yazarların kendileriyle dalga geçmesine de şahit olur. Adnan Veli Kanık: "Meyhaneden en son çıkana çok kızdığım halde, her zaman en son ben çıkarım. İthaf etmeyi hiç sevmediğim halde daima sevgiyle ithaf ederim" diye yazarak kendisiyle dalga geçerken, Yaşar Kemal Gökçeli tüm yazar - çizer takımıyla dalga geçer: "Sağ olun, hepimizi bir araya getirmeye çalışıyorsunuz. Dövüşmezsek çok iyi bir düşünce."
Dürüstçe yazılan bu yazıların içinde, gösterdiği tevazu ile özel bir yer edinir Doğan Nadi: "Bana kadar gelip yazı istenince, koleksiyon hiç şüphesiz en ufak bir eksikten dahi kurtulmuş oldu."
Sanki Doğan Nadi'ye nispet yapar Orhan Veli ve şu satırları karalar: "Kıymetli koleksiyonuna kıymetsiz iki satır, bir de kıymetsiz resim. Aynı cinsden bir de imza."
Orhan Veli gibi yaşamı boyunca başına pek çok kaza gelen Reşid Halid'in ölümü de yine Orhan Veli'nin ölümü gibi bir düşme sonucu gerçekleşir. 1966 yılında, bir bayram günü, gazeteden aldığı davetiye ile gittiği Aksaray'daki bir tiyatronun merdivenlerinden düşer ve komaya girer. Kısa bir süre sonra da ölür. Ölümü üzerine Tahir Alangu şunu söyler: "Reşid Halid Gönç, Bab-ı Ali'ye ilk düştüğü gün komaya girmiş, bir daha da kendine gelememiş ve ölmüştür. Yazık, çok yazık, pek yazık..."

ŞEY


ŞEY

Hayatı hakkında çok "şey" bilmediğimiz Ömer Hayyam'ın şairliği ile yetinip, diğer çalışmalarını bir kenara bırakmamız, kendimize yapabileceğimiz büyük haksızlıklardan biridir. Hayyam'ın yaşadığı 11. yüzyılın tüm bilgilerini öğrendiği söylenir. Fıkıh, ilahiyat, kıraat, edebiyat, tarih, fizik, matematik ve astronomi eğitimi vermiştir. Şiir dışında da fizik, metafizik, astronomi ve matematik konularında eserleri vardır.
Semerkant'ta cebir üzerine çalışırken, denklemlerdeki bilinmeyen sayılara Arapça "şey" dediği ve bu sözcüğün İspanyolca'da "xey" olarak yazıldığı söylenir. Zamanla X biçimine dönüşen ve tüm dünyada bilinmeyen sayıları göstermekte kullanılan bu harfin "ney" kaynaklı olduğu sorusunun tek kelimelik bir yanıtı vardır; "Hayyam"
Orhan Veli'nin de Hayyam'dan yaptığı dört rubai çevirisi olduğunu söyleyerek, Sabahattin Eyuboğlu'nun Yahya Kemal'den bahsederken söylediği; "O yıllarda Orhan'ın içinden zor çıkılır rubai vezinleriyle yaptığı Hayyam çevirileri de üstadı bir hayli şaşırtmıştı" lafıyla birlikte, Eyuboğlu'nun bir çevirisini araya sıkıştıralım:
Haram, acı, kötü derler canım şaraba:
Oysa ne hoş şey, hele bir güzel sunarsa;
İçin bakın; hem doğrusunu isterseniz,
Haram dedikleri her şey hoş galiba!
Ortaokulda, din öğretmenimiz, girdiği ilk derste, sadece din dersi yapmayacağını, gördüğü yanlışlarımızı da düzeltmeye çalışacağını söylemişti. İlk ve son olarak yaptığı tespit de 'şey' oldu.
Hemen hemen hepimiz konuşurken 'şey' kelimesini çok kullanıyormuşuz. 'Şey'in kullanıldığı her yerde 'nesne'yi rahatlıkla kullanabilirmişiz. O zamanki aklımla buna karşı bir tez ileri sürememiş ve alışamamışsam da şunu düşünebiliyordum: “Öğretmenimiz derse gireli on dakika olmuş, sınıftan da hiç kimse konuşmamıştı; öyleyse bu tespit nasıl yapılmıştı?”
Üniversitede okurken sahnelediğimiz Ionesco’nun Ders ve Evlenecek Genç Kız adlı oyunları ile Adana’ya gitmiş, Çukurova Üniversitesi şenliklerine katılmıştık. Oyunun son provasında ve oyun sırasında sahne arkasında çalışan arkadaşlarımızdan İzlen Şen’i farkında olmadan hepimiz 'Şey' diye çağırıyorduk. Nedenini bilmiyorduk ama, hepimiz 'Şey aşağı, Şey yukarı...' seslenip duruyorduk. Başta buna bozulan İzlen’in lakabı 'Şey' olmuştu. Pekala O’na 'Nesne' deseydik?
İzlen'in düştüğü duruma ölümünden sonra Orhan Veli de düşmüştür. Asaf Halet Çelebi'ye düşünceleri sorulunca, ölümün de şaşkınlığından olsa gerek "şey" der:
"Söylenecek çok söz var. Zihnim çok perişan. Muhakkak ki büyük bir şey kaybettik. İyi ve kötü hükmünü vermeden önce şunu teslim etmeliyiz ki, Orhan Veli büyük bi hamle yapmıştı. Ben O'nu temiz, çok terbiyeli, iyi bir insan olarak tanımıştım. Evvela ben iyi bir dost kaybettim."
Bir şey varsa bir şey vardır
Bir şey yoksa bir şey yoktur
Çok şey varsa bir şey yoktur
Çok şey yoksa bir şey vardır
Gel de Özdemir Asaf’ın isimsiz bu şiirinde gerekli değişimleri yap! Ya da şu soruda sormak istediğimiz şeyi başka şekilde sor!
“Siz biliyor musunuz, Orhan Veli’nin kaç tane ‘bir şey’li şiiri var?”
Doğru yanıt 9; “Lütfen hızlanarak okuyun” notunun ardından bu isimleri sıralayalım: Şanolu Şiir, Cımbızlı Şiir, Kumrulu Şiir, Zilli Şiir, Pırpırlı Şiir, Pireli Şiir, Kuyruklu Şiir, Gelirli Şiir, Delikli Şiir.
Bu şeyli şiirlerden biriyle ilgili küçük bir hikayeyi buraya iliştirerek yazıyı biraz daha katlanılır kılalım: Bir akşam yemeğinde masasındaki hanıma Cımbızlı Şiiri okur Sait Faik:
Ne atom bombası,
Ne Londra Konferansı;
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!
Neden üzerine alındı bilinmez ama, şiire içerleyen hanım, elindeki votka bardağını masaya bırakarak anında şu şiiri yazar:
Ne elinde nasır
Ne başında çoluk çocuk
Bir elinde yirmi dokuzluk
İki ayağında nasır
Umurunda mı Orhan Veli?
1955 yılında Budapeşte’deki Kent Radyosu’nda konuşma yapan Nazım Hikmet, Orhan Veli’den şiirler okur. Sere Serpe, Delikli Şiir, Vatan İçin, Cevap şiirlerinden sonra araya girin spikere “Bir tane daha okuyayım. Doyum olmuyor ki...” der ve Gelirli Şiir’i okur. En iyisi biz de bu şiiri yazarak yazıdan ayrılalım.
İstanbul’dan ayva da gelir, nar gelir,
Döndüm baktım, bir edalı yar gelir,
Gelir desen dar gelir;
Gün aşırı alacaklılar gelir.
Anam anam,
Dayanamam,
Bu iş bana zor gelir.

BİR İŞ VAR BU KAZALARDA


BİR İŞ VAR BU KAZALARDA

Orhan Veli, ömrü boyunca kazalardan bir türlü kurtulamaz. 5 yaşındayken dadısının kızarttığı köftelerden aşırmaya çalışır ama, çatal kayar ve kolu tavanın içine girerek yanar. Uzun bir tedaviyle iyileşir. 7 yaşında sünnet olmasını kazadan saymazsak bile 9 yaşında ağır bir kızamık hastalığı geçirir. 12 yaşında Beykoz çayırında oyun oynarken diz kapağını dikenli tele takınca ağır şekilde yaralanır. 13 yaşındayken, yirmi yaşındaki hizmetçileri Fatma'yı Flober tabancasıyla korkutmak ister, tabancayı şeytan doldurmuştur ve genç kız ağır şekilde yaralanır.
17 yaşında yakalandığı kızıl hastalığı, çocukluk ve gençlik yıllarındaki ufak tefek sıyrıklar, kesikler 1939’daki trafik kazasının yanında hiçbir şey sayılmaz. 25 yaşındadır ve en yakın arkadaşlarından Melih Cevdet’in kullandığı araba, Ankara’da Çubuk Barajı tepesinden aşağı yuvarlanmıştır. Yirmi gün komada Numune Hastanesi'nde yatar.
29 yaşındayken attan düşer. Bir kaç günde iyileşir.
Bir başka kazada ise yalnız değildir. Ahmet Hamdi Tanpınar ile Sarıyer’de kayık sefası yaparken, kayık devrilir, denize düşerler. O’nun kayığı bilerek devirdiğini, amacının "haber olmak" olduğunu iddia eden kalemler bulunsa da, onlar hiç kayığa binmemişlerdir. Binselerdi; sandaldaki arkadaşına belli etmeden (hatta belli ederek de) sandalı devirmenin ne kadar zor olduğunu öğrenmiş olurlardı.
Papirüs dergisi Ocak 1967 tarihli sayısını Orhan Veli özel sayısı yapmış ve Orhan Veli'nin kime gönderdiğini yazmadıkları üç mektup yayımlamışlardır. İşte bunlardan 15.7.1947 tarihli olanı:
"Senin duyduğun gibi ben denize sarhoşlukla düşmüş değilim. Bir akşam Büyükdere rıhtımından Ahmet Hamdi bey, Fuat Ömer, karısı, kız kardeşi, bir de ben kayığa biniyorduk. Tekne, ufacık bir tekne; hepimiz bindik. Son olarak Meziyet Hanım binecekti. Kayığın tam kenarına bastı. Deniz seviyesiyle bir olan kenardan su dolmaya başladı. Kayık da hemen battı. Yalnız ben değil, hepimiz suya döküldük. Son günlerde gazetelerin bahsettiği hadise işte budur. Sen bu hadiseyi işin biraz da eğlenceli tarafını düşünelim diyerek hatırlıyorsun. Bilmem ki pek mi eğlenceli. Herhalde görülecek bir tarafı da var. Hamdi bey o sırada baş üstünde yatmış, yıldızları seyrediyordu. Ben telaşla 'Hocam batıyoruz' deyince, o, yattığı yerden 'Aman! ben yüzme bilmem, beni kurtarın!' diye bağırmaya başladı. İşin asıl kötüsü Hamdi bey o gece İstanbul'a dönmek mecburiyetindeydi. Halbuki hepimiz denizden sırılsıklam çıktık. Elbiselerimiz de ertesi gün olmadan kurumadı."
Hayatının en önemli kazası ise 10 Kasım 1950’de gerçekleşir.
Ankara’da, gece evine giderken, belediyenin açtığı bir çukura düşer. Çukurdan çıktıktan sonra büyük bir hata yaparak olayı önemsemez. İstanbul’a gelir. 14 Kasım'da, bir arkadaşının evindeyken fenalaşır. Hastaneye kaldırılır. Alkol komasına girdiği zannedilir. Ölümünden sonra yapılan otopside beyin kanamasından öldüğü anlaşılır. Doktorların raporunu kabul etmeyen Orhan Veli'nin çocukluk arkadaşı Halim Şefik de bir Otopsi yapar. Eh! kılavuzu şair olanın, kulaklarının şiirden kurtulmaması gibi, bir şairin Otopsi'si de ancak şiirle yapılır:
Morgta açılınca kafatası
Doktor beyler beyin gördüler
İndirince tenkafesine neşteri
Doktor beyler yürek gördüler
Yürekte ne gördüler dersiniz
Yürekte memleket gördüler
Dünya gördüler
Bir de dost gördüler
Ama bu işte doktor beyler
Doğrusu geç kaldılar
Çok geç kaldılar
Tüm bunların yanı sıra bir kaza daha vardır ki Orhan Veli’ye bir şiir yazdırtmıştır:
1936 yılında Ankara’ya giden Orhan Veli uzun bir süre orada yaşamıştır ve İstanbul ile deniz özlemi, o dönemdeki şiirlerine yansımıştır. Seyahati çok seven Orhan Veli, kimi zaman bir - iki günlüğüne bile olsa İstanbul’a kaçar. İşte bu hafta sonlarından birinde İstanbul’a gelen Orhan Veli, Harem’de otobüsten indikten sonra Üsküdar’a doğru yürümeye başlar. Kız Kulesi’ne birkaç şiir okuyarak selam verir. Sabahın erken saatlerinde şarkılar, söyleyip ıslık çalarak Üsküdar’a ulaşır. Kalkmakta olan bir motora biner, Beşiktaş’a ulaşmak için. Kısa süren yolculuk sırasında İstanbul’u ne kadar çok özlediğini daha iyi anlar. Dayanamaz, elini denize sokar. Müthiş bir duygudur bu O’nun için.
Ki bunu 1950 yılında yazdığı Denize Doğru adlı "şairane bir yazı"da da belirtmiştir: "Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum" diyerek denize olan sevgisini anlatan Orhan Veli, devamında şunları yazar: "Buraya geleli üç gün oldu. Ama şöyle bir kıyıya gidip o yosun kokusunu koklayamadım. Şöyle bir eğilip elimi suya değdiremedim. O eski hasret hep içimde."
Denizi avucuna sığdırmak istercesine suyla doldurur avucunu. Koklar ve yüzüne çarpar. O’nun tüm yorgunluğunu almıştır bu bir avuç deniz.
Motor iskeleye yaklaşmıştır bu sırada. Bir an önce kıyıya çıkıp, özlediği İstanbul’un sokaklarında dolaşabilmek için, yeterliliğine inandığı bir yakınlığa gelince iskeleye atlar. Köşeleri oldukça aşınmış olan iskeleye önce sol adımını basar ama, basmasıyla kendini motorla iskele arasında bulur. Sol eliyle iskeleye, sağ eliyle motora tutunmuştur. Motordakiler de motorun iskeleye çarpmasını ve Orhan Veli’nin arada sıkışmasını önlerler.
Çevredekiler Orhan Veli’yi kurtarmaya çalışırken, O, kahkahalarla gülmeye başlar. Önce kalçalarına kadar girdiği denize, sonra gökyüzüne bakar. Ardından kendisini kurtarmaya çalışanlara iki soru sorar: "Her gün bu kadar güzel mi bu deniz? Böyle mi görünür gökyüzü her zaman?"
Kimse O’nun bir şair olduğunu bilmez. Şaşkınlıklarını bir yana bırakarak O’nu zorla karaya çıkarırlar. Hatta belki de "bir deli yüzünden fazla zaman kaybetmeyi" istemezler. İskelede bir kenara oturan Orhan Veli, Bir İş Var adlı şiirinin devamını yazar.
Her gün bu kadar güzel mi bu deniz?
Böyle mi görünür gökyüzü her zaman?
Her zaman güzel mi bu kadar,
Bu eşya, bu pencere?
Değil,
Vallahi değil;
Bir iş var bu işin içinde.

ŞİMDİKİ GENÇLER DAYAKLIK


ŞİMDİKİ GENÇLER DAYAKLIK
O dumanlı gençlik çağı
duman misali erir biter.
Haldun Taner
22 Kasım 1997 tarihli gazetelerde vardı bu başlık. Bu tespiti yapıp, dile getiren “zat-ı muhterem” de Nusret Demiral’dan başkası değildir. Habere göre bir yıl önce yazmaya başladığı anılarını iki yıl sonra tamamlayabilecek olan yazar (!) anılarında gençlere çok yer vermiş: “Şimdiki gençler çok fanatik, Başsavcıya çakmak fırlatıyorlar, bunları kontrol etmek için dayak gerekli” diyen Demiral bir şeyin fırlatılmasına mı, yoksa fırlatılan şeyin çakmak olmasına mı bu kadar kızdı anlayamadım. Çünkü bir kaç gramlık çakmağın çarptığı yerde pek hasar bırakmayacağını, ayrıca çakmağın yanar vaziyette atılamayacağını düşünüyor ve bu ülkede genç sayamayacağımız ve ‘insan’ diyemeyeceğimiz kişilerin, yanan meşaleler fırlatarak 37 genç insanı nasıl yaktıklarını hatırlıyorum. Çakmak fırlatan gençlere dayak cezası veren bu zihniyetin, 37 genç insanı yakanları 'tahrik edildiler' gerekçesiyle savunmalarını ise algılayamıyorum.
Demiral günümüz gençlerini 1970 yılının gençleri ile karşılaştırıyor. Hem de en meşhurlarıyla: "1971-1972 yıllarında Deniz Gezmişler’i sorgularken, ifadesini almak için hastaneye gittiğim Yusuf Aslan, hasta yatağından kalkarak elimi öptü. Şimdiki gençler çok fanatik, ellerine geçse bizi boğarlar."
Yusuf adına sizden özür dilerim ama, O’nun yaptığını da hastalığına verin!..
Kendi gençliğini hatırlamayanlara, herkesin bir zamanlar genç olduğunu, Jacques Prevert’in Yazma Ödevi şiiri ile hatırlatmaya çalışalım:
Napoleon çok gençken çok cılızdı.
Topçu subayıydı
İmparator oldu sonradan
O zaman bir göbek bir çok da memleket edindi
Öldüğü gün
Göbeği vardı yine
Ama bir hayli küçülmüştü.
"Büyük bir göbekle çok memleket ve çok düşman edinmeyi ya da küçücük kalacak kadar yaşlı olmayı, genç ve cılız olmaya tercih eder misiniz?" diye sormak istiyorum Resul Rıza’ya:
Gençlik vefasız çıktı,
yaşlılık vefalı
O ki ömrümün son gününe dek
benden ayrılmayacak
diyen Resul Rıza’nın şiirinde bir mısra daha var ki şairin asıl söylemek istediğini ortaya koyar:
İyi mi yani?
Genç yaşta ölmeyi önemsemeyenler için problem değil elbet ama, Özdemir Asaf genç ölmeyi istemeyenlerden, nedeni ise çok basit;
Ölebilirim genç yaşımda
En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim.
Ölümle hep burun buruna yaşayan, 57 yaşında bile
ölmekten korkmuyorum,
ölmek arıma gidiyor,
onuruma yediremiyorum ölmeği
diyen şairimiz Nazım Hikmet, gençliğiyle ilgili düşüncesini şu dizeleriyle dile getirir:
Geldiler gençliğimden
bir yerlerde unuttuğum gençliğimden
bir yerlerde doyamadan...
Bu kadarla da kalmaz Nazım ve gençlikten üstün tutabileceği çok az şey olduğunu açıklar:
Kapıyı çalıyorum
Bu evde ben de senet vereceğim şeytana,
Ben de kanımla imzaladım senedi.
Ne altın istiyorum ondan,
ne bilim ne gençlik,
Hasretlik cana yetti,
pes!
Beni İstanbul’uma götürsün bir saatlik...
İstanbul’a en az Nazım kadar düşkün olan bir başka şairimiz de gençliğe duyarlılığını bir yazısında kaleme alır. 1946 tarihli yazıda, İbrahim Alaaddin Gövsa’nın hazırladığı Türk Meşhurları Ansiklopedisi adlı 'ilim eseri'nde gençlere yer verilmediğinden yakınırken şunu örnek verir:
"Bazı kimseler, bir zamanlar şiirimizi yozlaşmaya götüren yeni akımların önüne geçilmesini, genç şairlerin kanun kuvvetiyle susturulmasını istiyorlardı. Sanat, nihayet, ölçüye vurulamayan bir çabadır. Bir sanat eserini anlayıp anlamadığımızı kesin olarak bilemeyiz. Gel gelelim ilim öyle değildir. İlmin kıymet hükmüne, kendinceliğe tahammülü yoktur. Bunu kendileri de bilirler. Kendi metotlarıyla hareket edecek olsak, ilk olarak Türk Meşhurları Ansiklopedisi cinsinden kitapları toplatır, İbrahim Alaaddin Gövsa gibi ilim adamlarını mahkum ederiz. Hiç kimsenin Türk gençliğine yanlış bilgiler öğretmeye hakkı yoktur."
Saldırmak kolaydır ve Demiral gençliğe saldırıda yalnız değildir. Örneğin; Platon gençliği 'ruhsal sarhoşluk' olarak tanımlarken, Aristo 'vurdumduymaz yaratıklar' der. Bu duyarsız insanlara ve yaşamını gençlere adadığı halde mezar taşına gençleri kınayan yazılar yazdırtan Sokrates’e Can Yücel’in duyarlılığıyla seslenelim:
Ölüm bu ara çok oldun sen
Ortalığı kırıp geçirdin
Dostlara taktın, gençlere taktın kancayı...
Kendim için söylemiyorum, yanlış anlama, bak!
Nasıl olsa benim miyadım doldu,
Ama sen de bokunu çıkarma işin!
Bir süre ara ver bu iş güzarlığa!
Tek dur biraz!
Ne dersin tam maaşla emekliliğe?
İşsizlik sigortası da veririm istersen...
Can Yücel bir de Şiirimizin Öfkeli Gencine Portresiyle Bir Portre çizer, şu şiiriyle
Çamlıca'dan indi Beyoğlu'na
(Annesinden tevarüs İstanbul lehçesiylen
ve horladığı babasının bahçıvan,
karakol, çiçekleriyle)
Alıp zamkinos yeleğinin delik cebine
Kısıklıyı, Sultantepe'yi, İcadiye'yi
Yani tekmil Üsküdar'ı,
Allı dallı bir heybe gibi vurup sırtına
-Ve hayret o dur ki, Boğaz'ı da geçip
Orhan Veli'nin tek atlı arabasıynan-
İndi şiirimize
O Eloğlu değil, itoğluyit
O kıl pranga kızıl çünki
O Çingene Baron
Eloğlu olmayan bu öfkeli genç şair Metin Eloğlu'dur ki kendisinden bir yaş küçük olmakla 'genç' sıfatını vermiştir Can Yücel O'na ama, Fethi Giray 1951 yılında yazdığı bir yazıda Metin Eloğlu'na 'genç' demeyi daha çok hak eden birisinden bahseder:
"Rahmetli Orhan Veli ile birlikte Eloğlu'nun ilk şiirlerinden birini okuduğumuz zaman, Orhan, kendine mahsus bir anlayış içinde 'İş var bu delikanlıda' demişti. Sonradan Metin'in şiirleri Yaprak dergisinde yayımlanınca, Orhan'ın bu sözlerindeki isabeti öğrenmiş oldum."
Can Yücel'in "Orhan Veli'nin tek atlı arabası" dediği de Yaprak dergisi olsa gerek. Kendisinden 13 yaş küçük şaire 'genç' demeyi hak eden Orhan Veli; benzer şeyleri Mehmed Kemal'e de söylemiştir:
"15 Şubat 1949'da Metin Eloğlu, Orhan Veli'nin Yaprak'ında Zehra ile Güzel Niyazi'yi yazdığında ilgimi çekmemişti. Yepyeni, gıcır gıcır bir ad giriyordu şiirimize... Orhan sordu: 'Nasıl buldun?' Ben o zaman Orhan'ın şiirini de, Metin'in şiirini de, benzerlerini de aynı kaba koyuyordum. 'Size benziyor..' dedim. 'Değil.. Değil... Daha dikkatli oku.. Göreceksin neler getirecek şiirimize. Gelişecek yepyeni bir şair olacak...' Orhan haklı çıktı."
İşsizlik sigortasını kabul etmeyen ölüm; her ölümün erken olduğu şu dünyada, şairlere de 'genç' yaşlarındayken takar kancasını. Biz yine de mezar taşlarını bir kenara bırakalım, nefesimizi bir başka şairin şiirinde tüketelim:
Geçiyorum gençliğimizin sokaklarından
Bir sokak arıyorum adımı taşıyacak.

İzzet Sarayliç’tir bu şair ve bir de dileği vardır ilerleyen mısralar da:

Adımı taşıyacak bu sokakta
hiç bir zaman
hiç kimse
kötü bir gün görmesin, kaza geçirmesin, ölmesin.
Demiral gibilerinin gençlere bu kadar öfke duymalarının nedeni gençlerin yaptıkları tespitlerdir diyebiliriz. Buna en güzel örnek Akgün Akova’nın Baba Bana Bağırma’sıdır:
Tam zamanı şimdi
memleketi bu hale
senin oy verdiğin partiler getirdi baba!
İstanbul’a en az Nazım kadar düşkün olan genç şairimiz elbette ki (biraz önce de adı geçen) Orhan Veli'dir ve O'nun ölümünün ardından bakın Neyzen Tevfik neler söylemiştir:
"Hiç beklenmeyen bir ölüm. Benim ızdırap arkadaşım oğlum Orhan Veli'yi çok severdim. Çok değerliydi. Varlığı edebiyatımız ve gençlik için gerekli olan bir insandı. Düşünce ürünlerini henüz tamamen vermeden öldü. Değerli aydınlarımız tarafından O'nun değeri belirtilmelidir.
O'na sevgisi olanlara sabır dilerim. Gençlik için gerekliydi ve kayıptır dedim. Açıklayayım. Gençlik derken kafa gençliği ve Orhan Veli kafası ayarında olanları kastediyorum.
Yaprak'ından yararlandığımız verimli bir dal ansızın kırıldı, düştü toprağa, doğanın ta koynuna girdi. O dalı, meyvaları yeryüzünde ve insanlığın elindedir. Boşuna O'nu kurutmağa teşebbüs edenler bulunsa da ümidimiz ve tesellimiz dalı kırık ağaçtadır. Çünkü ağacın kökleri çok sağlam ve kuvvetli."
“Yaşı kırkı geçti. Geçti ya, on beş yıldan fazla bir zamandan beri adı genç hikayeci diye anılır. Bizim de, hala, genç şair diye anıldığımız gibi.”
Orhan Veli'nin yazdığı bu genç yazar ise Sait Faik’tir ve Orhan Veli yazısını Sait Faik’i tanımlayarak bitirir:
"Sait Faik ne genç bir hikayecidir, ne ihtiyar. Bence O, kırkını aşmış bir mahalle çocuğudur."

Orhan Veli'nin "Dalgacı Mahmut" şiiri- "Müzik: Yeni Türkü, Seslendiren: Yeni Türkü"

Orhan Veli'nin "Hürriyete Doğru" şiiri- " Seslendiren: Ezginin Günlüğü"

Orhan Veli'nin "İstanbul Türküsü" şiiri-"Müzik: Ahmet ÖZHAN, Seslendiren: Ahmet ÖZHAN"

Orhan Veli'nin "Dedikodu" şiiri- "Müzik: Sezen Aksu, Seslendiren: Levent Yüksel"



ÜÇ BEŞ SEKİZ YETMEZ!


ÜÇ BEŞ SEKİZ YETMEZ!

'Tarlada Bir At Başı' Bakışlarımı gazetedeki o resimden uzun zaman çekememiş ve sonra da altındaki bu haber başlığına demir atmıştım. O zamana kadar da "ne güzel bir kilim deseni" diyerek çıpamı düşün denizimden çıkaramamıştım. Tıpkı 1947'de, Bursa Hapishanesinde, Nazım Hikmet'in kendisine gönderilen kitaplardan birisinin kapak resmine takılması gibi takılmıştım ben de. Nazım, Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun çizdiği bu kapağa bir saat boyunca tıpkı bir şarkı dinler, bir yazı okur gibi dalıp gitmiştir. Bir de kitabın içindeki şiirleri okuyunca... Evet, şiirleri okuduktan sonra günlerce kitabı kafasından çıkaramamıştır. Resimle şiirler O'nun düşün denizinde yosunla kaya, istiridyeyle inci gibi bütünleşmiştir. Elbette ki Bedri Rahmi, kapaktaki bu resimde bütün hünerini şakıtmıştır ama, Yenisi adlı bu kitabın şairi Orhan Veli de ondan geri kalmamıştır. Nazım kitabı "kaybetme" notuyla birlikte oğlu Memet'e göndermiştir. Aradan bir kaç ay geçer; Nazım resmi görmek, şiirleri tekrar okumak ister. Bu mümkün olmayınca da bir şiir yazar: Bir Şiir Kitabının Kapak Resmi.
Gazetedeki resmi görmemin üzerinden aylar geçti. Bu arada tekrar tekrar incelediğim bu atın 'başı' da bana bu yazıyı yazdırdı. Kilim zannettiğim resim, gerçekte Avustralya'nın Melbourne kentindeki bir tarla imiş. Victoria Teknik Üniversitesi'nden Debbie Barrie'nin sanat ödevi olan bu atın başı, tam 12 hektarlık tahıl tarlasını kaplamaktaymış. Eğer Debbie'ye bu sanat (ve tahıl) eserini oluşturabilmek için neden iki ay uğraştığını sormaya cesaret edebilirsek, şu yanıtı alırız : "İlkokul öğretmeni olmaya hak kazanabilmek için."
Bu korkunç yanıtla düşün denizimde önce Melbourne kentine kadar yüzdüm, Debbie'yi bulup konuşmak istiyordum. O'na soracağım o kadar çok soru vardı ki! Tam O'nu bulduğum sırada tanışmak, bu soruları sormak için hamle yapacaktım ki aklıma İngilizce bilmediğim geldi. "Acaba Fransızca, Almanca ya da İtalyanca biliyor mudur?" diye düşünmeme de gerek yoktu çünkü, bu dilleri de bilmiyordum. Yoksa O'nun Türkçe bilmesi mi gerekliydi? Pekala ya biliyorduysa? Bu daha korkunç olurdu sanırım. O, bir sınıf öğretmeni olabilmek için bütün bunları yapmışken; ben teknik öğretmen olabilmek için neler yapmıştım? ('Yaptırmışlardı' diyerek kendimi biraz temize çıkarabilir miyim?)
Sınıf öğretmeni olabilmek için aldığı eğitimin standardını gösteren tarladaki o at başı, halime gülüyormuşçasına çalışma masamdan bana bakıyor. Bu haldeyken hangi yüzle, kime ne sorabilirim?
"Hiç değilse 8 yıl olsun" dediğimiz temel eğitimi bir yana bırakalım da önce bu sorunumuza, eğitim sistemimizin içeriğine bir bakalım. Alman şair Otto Wiemer'in kendi ülkesi için yaptığı 'Sonuç' tespitinin ülkemizde de geçerli olmadığını ispat edecek bir babayiğit arıyorum, ölü ya da diri:
Her zaferde
Okulumuz tatil edilirdi
Çok zafer kazandık biz
Onun için biz
Az şey öğrendik.
Bizler de çok az şey öğrendik.
Elbette ki öğrenciler de suçlu ve eğitim sistemimizden sıyrılarak kendi kendini yetiştiren öğrenciler de var. Fakat birinci dereceden cinayet sanığımız eğitim sistemimizdir.
Halbuki okul dışı eğitimlerle de çok şey öğrenebilenler var. Örneğin; Paulo Coelho'nun Simyacı romanından birkaç paragraf okuyalım. Simyacı'nın çobanlık yaptığı günlerde, O'nun kitap okuduğunu gören bir kız sorar:
"-Çobanların kitap okuyabildiklerini bilmiyordum.
Yanıtlar çoban:
-Koyunlar kitaplardan daha öğreticidir."
Çobanın asıl söylemek istedikleri bunlar değildir ve kitabın sol tarafındaki sayfa sayısı arttıkça, çobanın kıza okumayı nasıl öğrendiğini anlatışına şahit oluruz:
"16 yaşına kadar papaz okuluna gitmişti. Ana babası onun din adamı olmasını istemişlerdi; tıpkı koyunları gibi, yalnızca su ve yiyecek için çalışan yoksul bir köylü ailesi için gurur kaynağıydı böyle bir şey. Latince, İspanyolca ve din bilim okumuştu. Ama daha küçüklüğünden itibaren dünyayı tanımayı hayal etmişti, Tanrıyı ya da insanın günahlarını öğrenmekten daha önemliydi böyle bir şey. Bir akşam, ailesini görmeye giderken, bütün cesaretini toparlayıp babasına rahip olmak istemediğini söyledi. Yolculuk etmek istiyordu."
İşte simyacının asıl eğitim ve öğrenim serüveni bu yolculuğa çıkışıyla başlar. Neler mi öğrenmiştir?
"Endülüs kırlarında geçirdiği zaman içinde, izlemesi gerekli yolla ilgili işaretleri yeryüzünde ve gökyüzünde okumaya alışmıştı. Falanca kuşun varlığı yakınlarda bir yılan bulunduğunun işaretiydi. Filanca çalı ise çevrede su bulunduğunun belirtisiydi. Bunları öğrenmişti. Bunları koyunlar öğretmişti ona."
Nasıl mı becermiştir?
"Bu hiç kuşkusuz büyük bir sabır gerektiriyordu ama, sabır bir çobanın öğrendiği ilk erdemdir. Koyunların kendisine öğretmiş olduğu dersleri bu yabancı dünyada uygulamaya koyduğunu bir kez daha anladı."
Ancak çobanın (Simyacı'nın) öğrenme serüveni bitmiyordu. Mezara gidinceye dek devamlı bir şeyler öğreneceğini, henüz öğrenememişse de koyunlar hakkında çok önemli bir gözlem yapmıştır:
"Su ve yiyecekten başka bir şey aramıyorlar. Galiba onlar öğretmiyorlar: Ben öğreniyorum."
Yine de koyunları yabana atmaz ve şunu kabul eder:
"Koyunlar çok önemli başka bir şey öğretmişlerdi: Yeryüzünde herkesin anladığı bir dil vardır ve kendisi, dükkanı geliştirirken bu dilden yararlanmıştır. Bu coşkunun dilidir, arzu edilen ya da inanılan bir şeyi gerçekleştirmek için sevgi ve tutkuyla yapılan girişimlerin dilidir.Tanca artık onun için yabancı bir kent değildi. Burayı fethettiği gibi bütün dünyayı fethedebileceğini hissetti."
Bütün dünyayı neden fethetmek ister bu çoban, biliyor musunuz? O'na göre "her şey yazılı olduğu için her şeyi bilebilirdik."
Elbette ki her şey yazılı değildir, hatta bir zamanlar hiç bir şey yazılı değildi. Aydınlar, mucitler, dahiler sayesinde yazıldı ve yazılacak. Buna da verilebilecek en güzel örnek Thomas Alva Edison'dur. Sadece üç ay okula giden, daha sonra annesi tarafından eğitilen Edison'un pek çok icada imza attığını biliyor ve yanılıyorsunuz.
Beş parasız bir şekilde New York'taki Lows Gold Indikator Company'de çalışan arkadaşlarının odasında yatıp kalkarken, bir gün bu şirketin nakledici santralinin bozulması Edison'un hayatının dönüm noktası olur. Kimsenin tamir edemediği santrali, Edison, iki saat gibi kısa bir zamanda tamir eder ve 300 dolar gibi yüksek bir ücretle işe alınır. İlk icadı elektrikli kayıt cihazını da bu şirkete 40.000 dolara satar. Bu parayla New York'ta bir dükkan açar ve burada başkalarının icatlarındaki aksaklıkları da giderir. Aslında Edison'un genelde yaptığı da budur.
Aydınlık girişimcileri, 'Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık' eylemi sırasında gazetelere, Edison'a teşekkür eden ilanlar vermeden önce Meydan Larousse Ansiklopedisi'ne baksalardı O'nun için yazılan şu satırları okuyabileceklerdi:
"1878'de akkor flamanlı ampulü seri halinde piyasaya sürdü. Her ne kadar bu da kendi buluşu değilse de ona ekonomik olan bir elektrik sistemi uyguladı."
Şu bir kaç kelimeye dikkatinizi çekmek istiyorum:
"bu da kendi buluşu değilse de..."
Pek çok buluşu gibi fonografı da ondan önce birisi bulmuştur. 1877'de Fransız Bilimler Akademisine sunulan rapordaki imzaya göre, gramofonun temeli olan fonografın mucidi Charles Cros adlı Fransız bilgin ve şairdir. 1842-1888 yılları arasında yaşayan, renkli fotoğraf çekme tekniğini de bulan şair Çirozname adlı şiiriyle ünlüdür. 19 Mart 1946 tarihinde Tercüme dergisinde yayımlanan bu şiirin altında, çevirmen kelimesinin yanına önce iki nokta üst üste konmuş, onların yanına da Orhan Veli ismi kazınmıştır.
Beyaz kocaman bir duvar - çıplak mı çıplak
Üzerinde bir merdiven - yüksek mi yüksek
Duvar dibinde bir çiroz - kuru mu kuru
...
Ben bu hikayeyi düzdüm - basit mi basit
Kudursun bazı adamlar - ciddi mi ciddi
Ve gülsün diye çocuklar - küçük mü küçük
Kimileri "temel eğitim 8 yıl olmalı" derken ÇYDD gazete ilanları ile bizleri uyarıyor: “Dikkat; yakında ülkemize 11 yıllık temel eğitimden geçmiş çöpçüler turist olarak gelecek."
Eğitim sistemimizdeki boş vermişliğimize çok basit (aynı zamanda çok acı) bir örnek verebilirim. Dünyanın en büyük ikinci harp okulu olması ile övündüğümüz, Tuzla Deniz Harp Okulu'nun oldukça büyük bir kütüphanesi var ama, ortada ne bir kitap ne de bir okur bulunmakta. Görevliye sorduğunuzda kitapların özel odalarda olduğunu (laf aramızda, hiç sevmem kitapların okuyucuların gözlerinden bile saklandığı kütüphaneleri), öğrencilerinse genelde bilgisayar kullanarak istedikleri, araştırdıkları bilgiye ulaşabildiklerini öğreniyorsunuz. Ancak kütüphanenin girişindeki Atatürk'ün şu sözünü okuyunca oraya hiç kimsenin girip-çıkmadığını anlıyorsunuz. "Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder." Bir karış büyüklükteki harflerle duvara yazılan bu yazı, sadece Türk Dili'ni bilmediğimizin değil, aynı zamanda doğrusuna bakarak yanlışını yazmayı başardığımızın da bir belgesidir. Doğrusunu yazmak varken 'ki' bağlacını 'eğitimdir' kelimesine yapıştıran ellerle, onu kontrol eden gözlerin sahiplerini canı gönülden kutluyor ve bu hatanın düzeltilmeyip, 'eğitim sistemimizin utanç duvarı anıtı' olarak korunmasını öneriyorum...
Tuzla Harp Okulu’nu bir yana bırakırsak 1995 yılında Avrupa’da Yılın Müzesi ödülünü alan Bodrum Kalesi’ndeki Bodrum Sualtı Müzesi de benzer ilgisizliklerden yakınmaktadır. Kale duvarlarında yer alan tanıtım panolarındaki benzer imla hataları kalenin boyunu aşmaktadır.
Edebiyat uzayının Eğitim yıldızında, (tıpkı Simyacı'nın koyunlardan bir şeyler öğrendiği gibi) birileri de taşı kendine öğretmen seçer. Ursula K. Leguin'in En Uzak Sahil adlı romanının kahramanı Arren anlatıyor:
" 'Enlad'da' dedi Arren bir süre düşündükten sonra, 'öğretmeni taştan olan çocuğun hikayesini anlatırlar.'
'öyle mi?.. Ne öğrenmiş peki?'
'Soru sormayı'. "
Soru sormak için bile bir şeyler bilmek gerekir. Biz daha bunu öğretemiyoruz ki uzaya gidecek astronot yetiştirelim. Rica minnet, bayrağımızı götürecek birisini bulduk, nasıl olsa bir gün dalgalanacak. Boş verelim bunun için astronotu ve "Hoşça kal ay, elveda feza" diyelim. Aydan, fezadan bahsetmişken 'kainattan' da bahsedelim; Mathias Lubeck'in Tanrıyla Milli Eğitim adlı şiiriyle:
"Çözülür" demiş Faust "bu kainatın sırrı,"
Ve bu yüzden çarpılmış Tanrının cezasına;
Demek ki hikmetinden sual olmayan Tanrı
Razı değil milletin okuyup yazmasına.
Kızdınız mı? Kızabilirsiniz elbette. 17. yüzyılda şair Nesimi'ye de birileri kızmış ve derisini yüzerek idam etmişler. Yedi parçaya bölünen cesedi ibret olsun diye; şairin sevildiği, şiirlerinin okunduğu yedi kente gömülmüştür. Ne mi yapmış Nesimi? Şiir yazmış. Şunun gibi:
Gah giderim medreseye, ders okurum hak için
Gah giderim meyhaneye, demlenirim aşk için
Sofular haram demişler aşkımın şarabına
Ben doldurur, ben içerim günah benim kime ne!...
Eğitim sistemimize bu kadar taş attıktan sonra, "ah başım" diyerek, biraz üzerinize alınıyor ve "bizde de suç var ama, ne yapabiliriz?" diye soruyorsanız, "Orhan Veli'nin çocukluk arkadaşı, can dostu ve ne kadar az tanınsa da çok önemli bir şair olan Halim Şefik'in ÇOCUK adlı şiirine kulak verin" diyebilirim:
Kalkınmada ilk şart eğitim
Eğitim kitapla olur
Çocuk hepimizin akıllısı
Siz okursanız o da okur