Orhan Veli'nin Bazı Fotoğrafları

Orhan Veli'nin Bazı Fotoğrafları

29 Aralık 2011 Perşembe

ÜÇ BEŞ SEKİZ YETMEZ!


ÜÇ BEŞ SEKİZ YETMEZ!

'Tarlada Bir At Başı' Bakışlarımı gazetedeki o resimden uzun zaman çekememiş ve sonra da altındaki bu haber başlığına demir atmıştım. O zamana kadar da "ne güzel bir kilim deseni" diyerek çıpamı düşün denizimden çıkaramamıştım. Tıpkı 1947'de, Bursa Hapishanesinde, Nazım Hikmet'in kendisine gönderilen kitaplardan birisinin kapak resmine takılması gibi takılmıştım ben de. Nazım, Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun çizdiği bu kapağa bir saat boyunca tıpkı bir şarkı dinler, bir yazı okur gibi dalıp gitmiştir. Bir de kitabın içindeki şiirleri okuyunca... Evet, şiirleri okuduktan sonra günlerce kitabı kafasından çıkaramamıştır. Resimle şiirler O'nun düşün denizinde yosunla kaya, istiridyeyle inci gibi bütünleşmiştir. Elbette ki Bedri Rahmi, kapaktaki bu resimde bütün hünerini şakıtmıştır ama, Yenisi adlı bu kitabın şairi Orhan Veli de ondan geri kalmamıştır. Nazım kitabı "kaybetme" notuyla birlikte oğlu Memet'e göndermiştir. Aradan bir kaç ay geçer; Nazım resmi görmek, şiirleri tekrar okumak ister. Bu mümkün olmayınca da bir şiir yazar: Bir Şiir Kitabının Kapak Resmi.
Gazetedeki resmi görmemin üzerinden aylar geçti. Bu arada tekrar tekrar incelediğim bu atın 'başı' da bana bu yazıyı yazdırdı. Kilim zannettiğim resim, gerçekte Avustralya'nın Melbourne kentindeki bir tarla imiş. Victoria Teknik Üniversitesi'nden Debbie Barrie'nin sanat ödevi olan bu atın başı, tam 12 hektarlık tahıl tarlasını kaplamaktaymış. Eğer Debbie'ye bu sanat (ve tahıl) eserini oluşturabilmek için neden iki ay uğraştığını sormaya cesaret edebilirsek, şu yanıtı alırız : "İlkokul öğretmeni olmaya hak kazanabilmek için."
Bu korkunç yanıtla düşün denizimde önce Melbourne kentine kadar yüzdüm, Debbie'yi bulup konuşmak istiyordum. O'na soracağım o kadar çok soru vardı ki! Tam O'nu bulduğum sırada tanışmak, bu soruları sormak için hamle yapacaktım ki aklıma İngilizce bilmediğim geldi. "Acaba Fransızca, Almanca ya da İtalyanca biliyor mudur?" diye düşünmeme de gerek yoktu çünkü, bu dilleri de bilmiyordum. Yoksa O'nun Türkçe bilmesi mi gerekliydi? Pekala ya biliyorduysa? Bu daha korkunç olurdu sanırım. O, bir sınıf öğretmeni olabilmek için bütün bunları yapmışken; ben teknik öğretmen olabilmek için neler yapmıştım? ('Yaptırmışlardı' diyerek kendimi biraz temize çıkarabilir miyim?)
Sınıf öğretmeni olabilmek için aldığı eğitimin standardını gösteren tarladaki o at başı, halime gülüyormuşçasına çalışma masamdan bana bakıyor. Bu haldeyken hangi yüzle, kime ne sorabilirim?
"Hiç değilse 8 yıl olsun" dediğimiz temel eğitimi bir yana bırakalım da önce bu sorunumuza, eğitim sistemimizin içeriğine bir bakalım. Alman şair Otto Wiemer'in kendi ülkesi için yaptığı 'Sonuç' tespitinin ülkemizde de geçerli olmadığını ispat edecek bir babayiğit arıyorum, ölü ya da diri:
Her zaferde
Okulumuz tatil edilirdi
Çok zafer kazandık biz
Onun için biz
Az şey öğrendik.
Bizler de çok az şey öğrendik.
Elbette ki öğrenciler de suçlu ve eğitim sistemimizden sıyrılarak kendi kendini yetiştiren öğrenciler de var. Fakat birinci dereceden cinayet sanığımız eğitim sistemimizdir.
Halbuki okul dışı eğitimlerle de çok şey öğrenebilenler var. Örneğin; Paulo Coelho'nun Simyacı romanından birkaç paragraf okuyalım. Simyacı'nın çobanlık yaptığı günlerde, O'nun kitap okuduğunu gören bir kız sorar:
"-Çobanların kitap okuyabildiklerini bilmiyordum.
Yanıtlar çoban:
-Koyunlar kitaplardan daha öğreticidir."
Çobanın asıl söylemek istedikleri bunlar değildir ve kitabın sol tarafındaki sayfa sayısı arttıkça, çobanın kıza okumayı nasıl öğrendiğini anlatışına şahit oluruz:
"16 yaşına kadar papaz okuluna gitmişti. Ana babası onun din adamı olmasını istemişlerdi; tıpkı koyunları gibi, yalnızca su ve yiyecek için çalışan yoksul bir köylü ailesi için gurur kaynağıydı böyle bir şey. Latince, İspanyolca ve din bilim okumuştu. Ama daha küçüklüğünden itibaren dünyayı tanımayı hayal etmişti, Tanrıyı ya da insanın günahlarını öğrenmekten daha önemliydi böyle bir şey. Bir akşam, ailesini görmeye giderken, bütün cesaretini toparlayıp babasına rahip olmak istemediğini söyledi. Yolculuk etmek istiyordu."
İşte simyacının asıl eğitim ve öğrenim serüveni bu yolculuğa çıkışıyla başlar. Neler mi öğrenmiştir?
"Endülüs kırlarında geçirdiği zaman içinde, izlemesi gerekli yolla ilgili işaretleri yeryüzünde ve gökyüzünde okumaya alışmıştı. Falanca kuşun varlığı yakınlarda bir yılan bulunduğunun işaretiydi. Filanca çalı ise çevrede su bulunduğunun belirtisiydi. Bunları öğrenmişti. Bunları koyunlar öğretmişti ona."
Nasıl mı becermiştir?
"Bu hiç kuşkusuz büyük bir sabır gerektiriyordu ama, sabır bir çobanın öğrendiği ilk erdemdir. Koyunların kendisine öğretmiş olduğu dersleri bu yabancı dünyada uygulamaya koyduğunu bir kez daha anladı."
Ancak çobanın (Simyacı'nın) öğrenme serüveni bitmiyordu. Mezara gidinceye dek devamlı bir şeyler öğreneceğini, henüz öğrenememişse de koyunlar hakkında çok önemli bir gözlem yapmıştır:
"Su ve yiyecekten başka bir şey aramıyorlar. Galiba onlar öğretmiyorlar: Ben öğreniyorum."
Yine de koyunları yabana atmaz ve şunu kabul eder:
"Koyunlar çok önemli başka bir şey öğretmişlerdi: Yeryüzünde herkesin anladığı bir dil vardır ve kendisi, dükkanı geliştirirken bu dilden yararlanmıştır. Bu coşkunun dilidir, arzu edilen ya da inanılan bir şeyi gerçekleştirmek için sevgi ve tutkuyla yapılan girişimlerin dilidir.Tanca artık onun için yabancı bir kent değildi. Burayı fethettiği gibi bütün dünyayı fethedebileceğini hissetti."
Bütün dünyayı neden fethetmek ister bu çoban, biliyor musunuz? O'na göre "her şey yazılı olduğu için her şeyi bilebilirdik."
Elbette ki her şey yazılı değildir, hatta bir zamanlar hiç bir şey yazılı değildi. Aydınlar, mucitler, dahiler sayesinde yazıldı ve yazılacak. Buna da verilebilecek en güzel örnek Thomas Alva Edison'dur. Sadece üç ay okula giden, daha sonra annesi tarafından eğitilen Edison'un pek çok icada imza attığını biliyor ve yanılıyorsunuz.
Beş parasız bir şekilde New York'taki Lows Gold Indikator Company'de çalışan arkadaşlarının odasında yatıp kalkarken, bir gün bu şirketin nakledici santralinin bozulması Edison'un hayatının dönüm noktası olur. Kimsenin tamir edemediği santrali, Edison, iki saat gibi kısa bir zamanda tamir eder ve 300 dolar gibi yüksek bir ücretle işe alınır. İlk icadı elektrikli kayıt cihazını da bu şirkete 40.000 dolara satar. Bu parayla New York'ta bir dükkan açar ve burada başkalarının icatlarındaki aksaklıkları da giderir. Aslında Edison'un genelde yaptığı da budur.
Aydınlık girişimcileri, 'Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık' eylemi sırasında gazetelere, Edison'a teşekkür eden ilanlar vermeden önce Meydan Larousse Ansiklopedisi'ne baksalardı O'nun için yazılan şu satırları okuyabileceklerdi:
"1878'de akkor flamanlı ampulü seri halinde piyasaya sürdü. Her ne kadar bu da kendi buluşu değilse de ona ekonomik olan bir elektrik sistemi uyguladı."
Şu bir kaç kelimeye dikkatinizi çekmek istiyorum:
"bu da kendi buluşu değilse de..."
Pek çok buluşu gibi fonografı da ondan önce birisi bulmuştur. 1877'de Fransız Bilimler Akademisine sunulan rapordaki imzaya göre, gramofonun temeli olan fonografın mucidi Charles Cros adlı Fransız bilgin ve şairdir. 1842-1888 yılları arasında yaşayan, renkli fotoğraf çekme tekniğini de bulan şair Çirozname adlı şiiriyle ünlüdür. 19 Mart 1946 tarihinde Tercüme dergisinde yayımlanan bu şiirin altında, çevirmen kelimesinin yanına önce iki nokta üst üste konmuş, onların yanına da Orhan Veli ismi kazınmıştır.
Beyaz kocaman bir duvar - çıplak mı çıplak
Üzerinde bir merdiven - yüksek mi yüksek
Duvar dibinde bir çiroz - kuru mu kuru
...
Ben bu hikayeyi düzdüm - basit mi basit
Kudursun bazı adamlar - ciddi mi ciddi
Ve gülsün diye çocuklar - küçük mü küçük
Kimileri "temel eğitim 8 yıl olmalı" derken ÇYDD gazete ilanları ile bizleri uyarıyor: “Dikkat; yakında ülkemize 11 yıllık temel eğitimden geçmiş çöpçüler turist olarak gelecek."
Eğitim sistemimizdeki boş vermişliğimize çok basit (aynı zamanda çok acı) bir örnek verebilirim. Dünyanın en büyük ikinci harp okulu olması ile övündüğümüz, Tuzla Deniz Harp Okulu'nun oldukça büyük bir kütüphanesi var ama, ortada ne bir kitap ne de bir okur bulunmakta. Görevliye sorduğunuzda kitapların özel odalarda olduğunu (laf aramızda, hiç sevmem kitapların okuyucuların gözlerinden bile saklandığı kütüphaneleri), öğrencilerinse genelde bilgisayar kullanarak istedikleri, araştırdıkları bilgiye ulaşabildiklerini öğreniyorsunuz. Ancak kütüphanenin girişindeki Atatürk'ün şu sözünü okuyunca oraya hiç kimsenin girip-çıkmadığını anlıyorsunuz. "Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder." Bir karış büyüklükteki harflerle duvara yazılan bu yazı, sadece Türk Dili'ni bilmediğimizin değil, aynı zamanda doğrusuna bakarak yanlışını yazmayı başardığımızın da bir belgesidir. Doğrusunu yazmak varken 'ki' bağlacını 'eğitimdir' kelimesine yapıştıran ellerle, onu kontrol eden gözlerin sahiplerini canı gönülden kutluyor ve bu hatanın düzeltilmeyip, 'eğitim sistemimizin utanç duvarı anıtı' olarak korunmasını öneriyorum...
Tuzla Harp Okulu’nu bir yana bırakırsak 1995 yılında Avrupa’da Yılın Müzesi ödülünü alan Bodrum Kalesi’ndeki Bodrum Sualtı Müzesi de benzer ilgisizliklerden yakınmaktadır. Kale duvarlarında yer alan tanıtım panolarındaki benzer imla hataları kalenin boyunu aşmaktadır.
Edebiyat uzayının Eğitim yıldızında, (tıpkı Simyacı'nın koyunlardan bir şeyler öğrendiği gibi) birileri de taşı kendine öğretmen seçer. Ursula K. Leguin'in En Uzak Sahil adlı romanının kahramanı Arren anlatıyor:
" 'Enlad'da' dedi Arren bir süre düşündükten sonra, 'öğretmeni taştan olan çocuğun hikayesini anlatırlar.'
'öyle mi?.. Ne öğrenmiş peki?'
'Soru sormayı'. "
Soru sormak için bile bir şeyler bilmek gerekir. Biz daha bunu öğretemiyoruz ki uzaya gidecek astronot yetiştirelim. Rica minnet, bayrağımızı götürecek birisini bulduk, nasıl olsa bir gün dalgalanacak. Boş verelim bunun için astronotu ve "Hoşça kal ay, elveda feza" diyelim. Aydan, fezadan bahsetmişken 'kainattan' da bahsedelim; Mathias Lubeck'in Tanrıyla Milli Eğitim adlı şiiriyle:
"Çözülür" demiş Faust "bu kainatın sırrı,"
Ve bu yüzden çarpılmış Tanrının cezasına;
Demek ki hikmetinden sual olmayan Tanrı
Razı değil milletin okuyup yazmasına.
Kızdınız mı? Kızabilirsiniz elbette. 17. yüzyılda şair Nesimi'ye de birileri kızmış ve derisini yüzerek idam etmişler. Yedi parçaya bölünen cesedi ibret olsun diye; şairin sevildiği, şiirlerinin okunduğu yedi kente gömülmüştür. Ne mi yapmış Nesimi? Şiir yazmış. Şunun gibi:
Gah giderim medreseye, ders okurum hak için
Gah giderim meyhaneye, demlenirim aşk için
Sofular haram demişler aşkımın şarabına
Ben doldurur, ben içerim günah benim kime ne!...
Eğitim sistemimize bu kadar taş attıktan sonra, "ah başım" diyerek, biraz üzerinize alınıyor ve "bizde de suç var ama, ne yapabiliriz?" diye soruyorsanız, "Orhan Veli'nin çocukluk arkadaşı, can dostu ve ne kadar az tanınsa da çok önemli bir şair olan Halim Şefik'in ÇOCUK adlı şiirine kulak verin" diyebilirim:
Kalkınmada ilk şart eğitim
Eğitim kitapla olur
Çocuk hepimizin akıllısı
Siz okursanız o da okur

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder