Orhan Veli'nin Bazı Fotoğrafları

Orhan Veli'nin Bazı Fotoğrafları

28 Aralık 2011 Çarşamba

ŞAİRLERİN DÜELLOSU


ŞAİRLERİN DÜELLOSU



Eski çağlarda tanrının bir takdiri olarak kabul edilen düello, daha sonra kan davasının hafifletilmiş şekli oldu. İlk çağlarda, savaşlardan önce, savaş sırasında ve daha sonra yapılan teke tek vuruşmalarla ortaya çıkan düello, daha ileriki yıllarda, özellikle törelerle geleneklerin kanun yerine geçtiği; kanunları bilen hakimlerin pek fazla olmadığı çağlarda anlaşmazlıkları çözmek için yapılmaya başlanır.



Düelloyu herkesin yapması imkansızdır. Ancak asiller ve hür insanlar düello yapabilirdi. Düelloyu kaybeden, yenilgiye uğrayan taraf suçlu olarak kabul edilir ve ölmemişse cezalandırılırdı. Günümüzde de güçlünün hep haklı olduğu davalar vardır. Can Yücel'in ancak 7. yüzyılda yaşanması gerektiği halde günümüzde de süren bu sistemi anlattığı Bir Çin Şiiri konuyu daha iyi anlatır:


Davacı zengin, davalı yoksulsa
Zenginden yana işler yasa

Davacı yoksul, davalı zenginse
Davalıda kalır yine nizalı arsa

Davacı da davalı da zenginse davada
Özür diler çekilir aradan kadı

Davacı da davalı da yoksulsa, bak
Sade o zaman işte yerini bulur hak.


Her iki tarafın da kan bağışında bulunması halinde, Paraguay'da düello yapmanın yasal olduğu gibi bir lüzumsuz tafsilatı araya sıkıştırdıktan sonra, edebiyata geçebiliriz...
Dünya edebiyatında, Anton Çehov'un Düellosu, Düello Edebiyatı'nın baş eserlerindendir. 19. Yüzyılda, Karadeniz kıyısında yaşayan memur Laevski, ilk gençlik yıllarının boşu boşuna geçtiğini düşünse de bütün gününü içkiyle, kumarla, boş boğazlıkla harcar. Alman asıllı bir biyolog olan Von Koren ise Laevski'den nefret etmektedir. Aralarında gerginliğin arttığı bir gün Von Karen, Laevski'yi düelloya davet eder. Düellodan önceki gece kendisiyle iç hesaplaşan Laevski, geçmişinin kayıtsızlıklar ve yalanlarla dolu olduğunu görür. Ertesi gün, düelloda ölen olmaz ama, ölüm düşüncesi Laevski'yi sarsmıştır. Bu olaydan sonra da yepyeni bir insan olur. Artık işine bağlıdır, dürüsttür. Bir düellonun insan hayatını düzene koyduğu da herhalde yalnızca edebiyatta gerçekleşmiştir.



Ortaçağ Avrupa Edebiyatı'nda sık sık rastlanan düelloların yanı sıra, edebiyatımızda da M. Şevket Esendal'ın


İzzet, düello teklif et!


mısrası, düellonun rastlandığı birkaç mısradan biridir.



Günümüzde yazarlarımız - şairlerimiz kalemlerini bir kılıç gibi kullanarak birbirlerine saldırmayı huy edindiler. Hiç kimse tüfeğin icadıyla bozulan mertliğin, kılıcın icadıyla mı icat olunduğunu düşünmüyor.



Halbuki ne güzel düellolar yapar aşıklarımız. Etlerine batan tek şeyse bir iğnedir. Bazı harfleri kullanmadan yapılacak bir düello için dudak arasına konan bir iğne...



Kimi zaman şairlerimiz de birbirlerini düelloya davet etmişlerdir. Bunlardan biri, yakın zamanlarda Gebze'de yaşanır. Halen Gebze'nin 2. noteri olan Muammer Burdurlu, uzun zamandır beyaz eşyacı olarak tanıdığı Akgün Akova'nın aynı zamanda bir şair olduğunu, şans eseri öğrenince soluğu Akova Ticaret'te alır.



Akgün Akova'yı düelloya davet eden Muammer Burdurlu, silahları da seçmiştir; ikisi de kendi şiirlerini kullanacaklardır.



Düelloda kaybedeni halkın seçmesi için Gebze Meydanı'nda Atatürk Heykeli'nin önünü düello için uygun bir alan olduğunu söyleyen Burdurlu, ateşli konuşmasını şöyle sürdürür:



"Siz gençler, kargacık burgacık şeyler karalamakla şair olunduğunu zannediyorsunuz. Var mı hiç ölçünüz, var mı hiç kafiyeniz? Oysa ne güzeldir failatün, failün, failün..."



Bu düello gerçekleşmiş midir? Akgün Akova'ya göre "Hayır!" Ne nasıl kurtulduğunu anlatır Akgün Akova, ne de kurtulmak için yaptıklarını...




Bu yüzden biz de başka bir düelloya kalemimizi uzatalım. Benzer bir düello, 1949 yılında gerçekleşir. Yahya Kemal bazı genç şairleri Ankara'da Kerpiç Lokantası'nda yemeğe davet eder. Yaprak dergisinin şairlerinin arasında Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Sabahattin Eyuboğlu ve Mahmut Dikerdem vardır. Bu tip toplantılarda çevresindeki şairlerden şiirlerini okumasını isteyen Yahya Kemal, önce ağır, melankolik ve aruz vezinli şiirlerinden birini silah olarak çeker. Ondan sonra genç şairlerden ilk olarak Oktay Rifat söz alır. O'nun silahı da son zamanlarda yazdığı Yalancı Dolma şiiridir:


Şu zeytin yağlı dolma
Yemek değil rezalet
Rezalet rezalet rezalet
HÜRRİYET MÜSAVAT ADALET


Yahya Kemal böylesine bir düelloya girdiğine bin pişman olmuştur. Yemeğin devamında yaptıklarını Mahmut Dikerdem'in anılarından okuyalım: "Kendisi ile alay edildiğini zannetti. Bize arkasını döndü ve sürekli öksürdü. Bu gitmemizi istiyor anlamındaydı. Herkes teker teker ayrıldı. Oktay Rifat'ın hiç böyle bir niyeti yoktu ama..."



Bu olayı bilen Metin Eloğlu, şu iki dizeyi Oktay Rifat'ı yüceltmek için yazar:


Adalet müsavat hürriyet demeye
Sadece yürek ister.


Orhan Veli, o gece Kerpiç Lokantası'ndaki masada şiir okumamıştır ama, yıllar önce Yahya Kemal'le benzer bir durumda konuşmuşlardır. Bir gün Boğaz Vapuru'nda karşılaşır şairler. (Bu olayın Park Otel'in balkonunda geçtiği de söylenir.) Ne de olsa vapur yolculuğu, şurdan burdan konuşulduktan sonra "Yeni şiirler var mı?" diye sorar Yahya Kemal. "Var!" diyen Orhan Veli, Efsane adlı şiirini okur:


Bir zamanlardı bu gam hanede bir dem vardı
Gece sahilde sular fecre kadar çağlardı

O çağıltıyla beraber döğünürken def ü cenk
Bir güneş dalgalar üstünde doğar rengarenk

Mavi bir gökyüzü titrerdi güzel bir histe
Rindler muğbeçeler mest bütün mecliste

Ve o haletle bütün kahkahalar nağmeleşir
Dilde Yahya Kemal'in şarkısı şehnameleşir

O gürültüyle sular çalkalanır çağlardı
Bir zamanlardı bu gamhanede bir dem vardı

Lakin artık o hayal alemi bir efsane
Ses sada yok bu değil sanki o devlethane


Orhan Veli'nin bu şiiri Yahya Kemal, Refi Cevat Ulunay ve Kadircan Kaflı gibi birçok kişinin övgüsünü kazanmıştır. Oysa O, bu şiiri edebiyat temelinin, şiir bilgisinin ne kadar güçlü olduğunu göstermek için yazmıştır. Okuması bitince "Siz biraz daha gayret etseniz bizi de geçeceksiniz" diyen Yahya Kemal'e "Aman efendim, biz bunu alay olsun diye yazıyoruz" yanıtını verir.



Yanlış anlaşılmasın; Orhan Veli, eski şiiri bilir ve önemserdi. Bir gün, henüz Yahya Kemal yaşarken (zaten Orhan Veli'den sonra ölmüştür) Kaynak Dergisi, yeni şairlere Yahya Kemal için ne düşündüklerini sormuştur. O'nu göğe çıkaranlar olduğu gibi yerin dibine batırmaya çalışanlar da olmuştur ama, Orhan Veli verdiği yanıtlarla O'nun şiirini anladığını göstermiş, O'na olan saygısını, sevgisini, borcunu söylemiştir. Buna karşılık Yahya Kemal'in davranışlarına anlam vermek imkansızdır. Örneğin; bir gün evine geldiğinde kapısında bir kağıt bulur Sabahattin Eyuboğlu:


Kapılar, pencereler savletime bigane:
Ses sada yok, bu değil sanki o devlethane.


Pürüzsüz bir el yazısıyla yazılan iki beyitin Orhan Veli'nin elinden çıktığını anlamakta zorlanmaz Sabahattin Eyuboğlu çünkü, onlarca mektup almıştır O'ndan. Bu iki beyiti okuduğu Yahya Kemal ise; "Vay yezit, vay!" demekle kalmaz, kendisine Efsane şiirini hatırlattığı için olsa gerek bir daha da duymak istemez bunları. Eyuboğlu'nun notlarından şunları da okuyabilirsiniz:



"O yıllarda Orhan'ın içinden zor çıkılır rubai vezinleriyle yaptığı Hayyam çevirileri de üstadı bir hayli şaşırtmıştı."



Evet, Yahya Kemal Efsane şiiri karşısında hiç düşünmeden, kendince bir övgüde bulunmuş ama, gerçeği görememiştir. Yıllar önce bir gün Orhan Veli'ye çevredeki apartmanları göstererek:



"Köşkleri var, halayıkları var. Fakat bizim duyduklarımızı duymuyorlar, bizim düşündüklerimizi düşünemiyorlar. Biz düşünüyoruz, düşünülmüş halde kendilerine anlatıyoruz, yine anlamıyorlar" diye suçladığı insanların konumuna düşmüştür.



İlerleyen yıllarda Orhan Veli'nin eski şiire karşı olan sözleri, yazıları artar. Bunu eskiye bağlı olanları sarsarak şaşkına çevirmek ve yadırgatarak ilgilerini çekmek için yaptığını söyleyenler olsa da Yahya Kemal O'nu bu konuda şöyle eleştirir:



"Bu şair, okuyucuyu kendisine hayran bırakmak değil, hayrette bırakmak istedi. Halbuki hayret çabuk geçer, hayranlıksa uzun müddet devam eder. Şiirin gayesi hayret ettirmek değildir."



Görüldüğü gibi bu söylediklerinde de yanılmıştır Yahya Kemal. Çünkü Orhan Veli insanları hayrete düşürmek istemişse bile bu hala devam etmektedir. Halbuki Yahya Kemal'den bir kaç dize bilen insan o kadar az ki...



Yahya Kemal'in bir beğenip bir beğenmemesi kafanızı karıştırdıysa, işte bir konuşması daha:



"Sizin kuşakta hayran olduğum bir taraf var. Ben yıllarca çabalayıp bir türlü anlatamadığım şiiri senin kuşak kolayca anladı. Orhan Veli'den, Cahit Sıtkı'ya dek hemen hemen bütün kuşak şiirin hakikisiyle, sahtesini ayırmakta birleşiyor."



Bu lafları söylediği Cahit Tanyol'un şahit olduğu bir olay da şu şekildedir. Bir gün kendisini ziyarete gittiği sırada O'nu, elinde Orhan Veli'nin bir kitabıyla bulur.



"Neşesi yerindeydi. 'Ver elini Edirne şehri.' (Keşan) Bu dizedeki rahatlık, onu büyülemiş görünüyordu. Sonra: 'Dizi dizime değer bir tazenin' (Yolculuk) dizesindeki söyleyiş tazeliğine işaret etti. Ben, bunların kendisinden gelen şiir zevkinin yeni kuşaklardaki yansıması olduğunu söyledim."



Daha sonradan Vazgeçemediğim adlı bu kitabın ilk sayfalarına bakan Cahit Tanyol, Orhan Veli'nin imza ve ithafını görür: "En genç şairimize!..."



Orhan Veli'nin benzer yazılarının sayısı hiç de azımsanamaz. 1 Mayıs 1946'da Ülkü gazetesinde yazdığı Şiir Mecliste yazısından da Yahya Kemal'in Milletvekilliğini öğreniyoruz:



"İstanbul Milletvekilliğini Yahya Kemal kazandı. Buna sevinmek mi lazım bilmiyorum. Çünkü Yahya Kemal şimdiye kadar birçok büyük mevkilerde bulundu. Bu mevkilerin en büyüğü de Yahya Kemallik mevkii idi. Baki'nin bir mısraını, 'Derviş kendi başına sultan olup gezer' mısraını ihtimal onun kadar hiç kimse duymamıştır. Ben Yahya Kemal namına değil, daha çok, milletvekilliği namına seviniyorum."



Yahya Kemal ise bir başka yazısında Orhan Veli'yi "Dompsey'in karşısına tabancayla çıkıyorsunuz" diye eleştirir. Bu sözün yorumunu ve Orhan Veli'nin cevabını Sunay Akın'dan okuyalım:



"Birinci Yeni karşısında eski şiiri temsil eden <<Şairi Azam>> Yahya Kemal, kendini kasabanın şerifi görüyor olacak ki, gücünü kanıtlamak için tabanca markalarıyla söz düellosuna başlamış. Orhan Veli ise yanıtını yıllar sonra, 15.02.1950 tarihli Yaprak gazetesinde verir: 'Browning tabancasını kullanan aslında biz değiliz. Büsbütün tersine, kurallardan vazgeçmeyenlerin çifte tabancalarla geldiklerini gördüğümüz halde, işe elimizdeki tabancayı bir kenara bırakmakla başlıyoruz.'



Orhan Veli 12 yaşındayken, evlerinde çalışan hizmetçi kızı Flober tabancasıyla korkutmak istemiş ve ağır yaralanmasına neden olmuştur. Şairin, tabancayı 'bir kenara' bırakmasını çok iyi anlıyoruz. Ne de olsa, tabancayla şaka olmaz!..."



(Sunay Akın'ın aklına gelmeyen bir şeyi de biz ekleyelim: 7.65mm.'lik otomatik tabancayı icat eden John Moses Browning değil; 19. yüzyılın önemli iki şairi, karı-koca Browning'ler bizim için önemlidir. Elizabeth Barrett ve Robert Browning çifti...)



Tüm bunlardan ağzının payını alan şair Yahya Kemal, ancak Orhan Veli'nin ölümünden sonra düelloya devam etme cesaretini bulmuş, Orhan Veli ile birlikte birçok değerli şair ve yazarı aşağılayarak yermeye çalışmıştır. Böylece 1956 yılında Sermet Sami Uysal'la yaptığı konuşmada da kendi seviyesini bir kez daha ortaya çıkarmıştır:



"Ahmet Haşim şiirden ne anlar... Nazım Hikmet şair değildir... Halit Ziya hiçbir şey değildir... Sait Faik çok şişirildi... Oktay Rifat da, Orhan Veli de cahil ve geri kimselerdir..."



Kafası karışık adam Yahya Kemal'in, 17.11.1950 Cuma günü öğle namazından bir saat önce tıraş olup giyinirken, yanına gelen Cahit Tanyol'a "İyi geldin Tanyol, Orhan'ın cenazesine gidelim" derken de gidip gitmeme konusunda kararsızdır. Bakın hangi nedenlerden dolayı cenazeye gitmesinin doğru olmayacağını düşünüyor: "Tanyol, bu cenazeye gitmemiz doğru olur mu? Bu gençlerin şiir anlayışı bizimkine muhalif. Hatta onun da önemi yok, fakat bunlar çıkardıkları Yaprak adlı bir gazetede birçok defalar aleyhimde bulundular. Şimdi benim bu cenazeye gitmemi istismar ederler, sömürürler ve bundan bir nevi sığınma manası çıkarabilirler. Belki de gazeteler Yahya Kemal de cenazede vardı, diye yazarlar. Ve bu onların şiir anlayışı için reklam olabilir. Şiiri bizim anladığımız gibi düşünenlerin yolunu şaşırtabiliriz. Oysa biliyorsun, ben bunların şiirlerine inanamıyorum. Şiir ne nükte ne de zihin oyunudur. Şiirin tabiatı realitedir. Şiir mücerret soyut kavramlardan kaçar. Descartes, Kant, Hegel zihni spekülasyonda hiçbir şairin yetişemeyeceği mertebeye ulaşmışlardır."



Bu yazıdaki son sözümü Yahya Kemal gibi düello sevenlere söylemeyi istiyordum; "unutmayın ki çektiğiniz kılıç size kılıç olarak geri döner" diye ama, Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun İstanbul Destanı ile bitirmemek olmaz:


İstanbul deyince aklıma
Yahya Kemal gelirdi bir eyyam
Şimdi Orhan Veli gelir.
Deminden beri dilimin ucundasın Orhan Veli
Deminden beri senin tadın senin tuzun
Senin şiirin senin yüzün
Yaralı bir güvercin misali
Başımın üstünde dolanır durur
Gelir sessizce konar bu şiirin bir yerine
Neresine mi arayan bulur
Erbabı bilir.
Deli eder insanı bu şehir deli
Kadehlerin çınlasın Orhan Veli

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder